Soru

19. Mektub (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi) Şerh ve İzahı-31

19. Mektub’un “On Dokuzuncu Nükteli İşaret’ini” cümle cümle izah eder misiniz?

Tarih: 25.06.2025 19:50:51

Cevap

On Dokuzuncu Nükteli İşaret:

On Dokuzuncu Mektubun On Dokuzuncu Nükteli İşareti:

Sâbık işaretlerde Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı Hakk’ın resûlü olduğu, gayet kat‘î ve şübhesiz bir sûrette isbat edildi.

Buraya kadar geçmiş olan On sekiz nükteli işaretlerde sonuç olarak Resul-i Ekrem (asm)’ın Cenab-ı Hakk'ın elçisi olduğunu son derece kesin ve şüpheye yer bırakmaz bir şekilde ispat ettik.

İşte risâleti binler delâil-i kat‘iye ile sâbit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kat‘î bir burhânıdır.

İşte peygamberliği, Allah tarafından görevli olduğu binlerce kesin delillerle ispat edilmiş olan Muhammed-i Arabî (asm), Allah’ın birliğinin ve ebedi saadet yurdunun en parlak ve kesin delillerinden biridir.

Biz şu işarette o müşrık parlak delile ve nâtık-ı sâdık burhâna, hulâsatü’l-hulâsa bir icmâl ile küçük bir ta‘rîf yapacağız.

İşte bu biz bu On Dokuzuncu Mektubun On Dokuzuncu Nükteli İşaretinde o parlak delil, o sadece doğruları dosdoğru konuşan delilin kendisini özetin özetinin de özeti olan küçük bir anlatım ile anlatacağız.

Çünkü madem o delildir. Ve neticesi ma‘rifet-i İlâhiyedir. Elbette delili tanımak ve vech-i delâletini bilmek lâzımdır.

Çünkü madem o zatın kendisi bizzat delildir. Ve bu delili tanımanın neticesi Allah’ı tanımaktır. Elbette delilin kendisini tanımak ve Allah’ın varlığına/birliğine ne suretle delil olduğunu bilmek gerekir.

Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hulâsa ile vech-i delâletini ve sıhhatini beyân edeceğiz. Şöyle ki:

Öyle ise, biz de son derece kısa bir özet ile Allah’ın birliğine ve ebedi saadet diyarının kurulacağına nasıl delil olduğunu aynı zamanda delilin ne denli sahih (arızasız, dosdoğru ve sıhhatli) olduğunu açıklayacağız.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinâtın mevcûdâtı gibi, Hâlik-ı Kâinât’ın vücûduna ve vahdetine kendi zâtı delâlet ettiği gibi, o kendi delâlet-i zâtiyesini, bütün mevcûdâtın delâletiyle beraber lisânıyla i‘lân etmiştir.

Resul-i Ekrem (asm), tıpkı şu kâinatın içindeki varlıklar gibi, Kâinatın yaratıcısının varlığına ve birliğine zatıyla delil olmuştur. Kendi zatıyla Allah’ın varlığına ve birliğine delil olduğu gibi zatındaki delilleri diğer bütün varlıkların gösterdikleri delillerle beraber bütünün âleme ilan etmiştir.

Madem delildir. Biz o delilin huccet ve istikametine ve sıdk ve hakkāniyetine “On Beş Esas” da işaret ederiz.

Madem kendisi delildir. Biz de o delilin delil olma vasfına ve yolunun dosdoğru ve kendisinin de doğruluk üzere bulunduğuna dair “On Beş Esas” ile işaret ederiz.

Birincisi:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Birincisi:

Hem zâtıyla, hem lisânıyla, hem delâlet-i hâliyle, hem kāliyle kâinâtın Sâni‘ine delâlet eden şu delil, hem hakîkat-i kâinâtça musaddak, hem sâdıktır.

Kâinatı eşsiz sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığına ve birliğine hem zatı hem dili hem hali hem de konuşmalarıyla delil olan şu zatın kendisi de kâinatın hakikatleri tarafından tasdik edilmiştir. Dosdoğrudur.

Çünkü bütün mevcûdâtın vahdâniyete delâletleri, elbette vahdâniyeti söyleyen zâtı tasdîk hükmündedir. Demek söylediği da‘vâda, umum kâinâtça musaddaktır.

Çünkü bütün varlıkların Allah’ın birliğine delil olması, elbette Allah’ın birliğini haykıran bir zatı desteklemek ve tasdik etmek anlamına gelir. Öyle ise bu zat iddia ettiği davasında bütün kâinat tarafından doğrulanıyor demektir.

Hem beyân ettiği kemâl-i mutlak olan vahdâniyet-i İlâhiye ve hayr-ı mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakāik-i âlemin hüsün ve kemâline muvâfık ve mutâbık olduğundan, o, da‘vâsında elbette sâdıktır.

Hem de açıklamış olduğu mutlak manada mükemmel olan Allah’ın birliği akidesi ve mutlak anlamda hayr olan ebedi saadet, âlemlerin bütün hakikatlerine, güzelliklerine ve mükemmelliğine uygun olduğundan, elbette o zat davasında dosdoğrudur.

Demek Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiye ve saadet-i ebediyeye bir burhân-ı nâtık, sâdık ve musaddaktır.

Demek oluyor ki, Resul-i Ekrem (asm), Allah’ın varlığına, varlığıyla beraber birliğine ve açılacağı vaat edilen ebedi saadetin varlığına; konuşan, kendisi dosdoğru olan ve kâinattaki varlıklar tarafından tasdik edilen bir delildir.

İkinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların İkincisi:

Hem o delîl-i sâdık ve musaddak, madem umum enbiyânın fevkınde binler mu‘cizât ve neshedilmeyen bir şerîat ve umum cin ve inse şâmil bir da‘vet sâhibi olduğundan, elbette umum enbiyânın reisidir.

Hem o kendisi dosdoğru olan ve kâinat tarafından da tasdik edilen delil, madem bütün peygamberlerin üzerinde, binlerce mucizeler ve hükmü, hakikati ortadan kaldırılamayan bir hukuk sisteminin ve insanlara ve cinleri de kapsayan bir din ve dava sahibi olduğundan elbette bütün peygamberlerin reisidir.

Öyle ise, umum enbiyânın mu‘cizâtlarının sırrını ve ittifâklarını câmi‘dir.

Öyle ise bütün peygamber mucizelerinin sırlarını ve Allah’ın birliğine dair olan ittifaklarını şahsında toplamıştır.

Demek bütün enbiyânın kuvvet-i icmâı ve mu‘cizâtlarının şehâdeti, onun sıdk ve hakkāniyetine bir nokta-i istinâd teşkîl eder.

Demek ki, bütün peygamberlerin bir araya gelmelerinden oluşacak manevi kuvveti ve bütün peygamber mucizelerinden ortaya çıkacak olan Allah’ın varlığına ve birliğine dair şehadetleri Resul-i Ekrem (asm)’ın dosdoğru olduğuna ve getirdiği davanın hak olduğuna tam bir dayanak noktası teşkil eder.

Hem onun terbiyesi ve irşâdı ve nûr-u şerîatıyla kemâl bulan bütün evliyâ ve asfiyânın sultanı ve üstâdıdır.

Hem de Onun (asm) getirdiği terbiye metodu, irşad usulü ve şeriatının nuruyla kemale eren bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve hocalarıdır.

Öyle ise, onların sırr-ı kerâmetlerini ve icmâ‘kârâne tasdîklerini ve tahkîklerinin kuvvetini câmi‘dir. Çünkü onlar, üstâdlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakîkati bulmuşlar.

Öyle ise onların tamamının kerametlerinin sırlarını ve söz birliği edercesine yaptıkları araştırma yapıp gerçekleri ortaya koyma ve tasdik etmelerinin kuvvetini şahsında toplamıştır. Çünkü onlar hocaları olan Resul-i Ekrem (asm)’ın açtığı ve aynı zamanda kapıyı açık bıraktığı yoldan giderek hakikati bulmuşlar.

Öyle ise, onların bütün kerâmâtları ve tahkîkātları ve icmâ‘ları, o mukaddes üstâdlarının sıdk ve hakkāniyeti için bir nokta-i istinâd te’mîn eder.

Öyle ise o evliya ve asfiyanın gösterdikleri bütün kerametler, ortaya koydukları gerçekler ve söz birliği ettikleri esasların tamamı onların mukaddes hocaları olan zatın doğruluğu ve getirdiği davanın hak olduğuna tam bir dayanak noktası sağlar.

Hem o burhân-ı vahdâniyet, sâbık işaretlerde görüldüğü gibi, o kadar kat‘î, yakînî ve bâhir mu‘cizeleri ve hârika irhâsâtları ve şübhesiz delâil-i nübüvveti var ve o zâtı öyle bir tasdîk ediyor ki, kâinât toplansa onların tasdîkini ibtâl edemez.

Hem de Allah’ın birliğinin delili olan zatın, geçmiş işaretlerden görüldüğü gibi, o kadar kesin, sağlam, sarsılmaz ve derin mucizeleri ve peygamberliğinden evvel gösterdiği olağanüstü olayları, şüphe götürmeyecek kadar açık olan peygamberlik delilleri vardır. Bütün bunlar o zat (asm)’ı öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onların tasdiklerini iptal edemez.

Üçüncü Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Üçüncüsü:

Hem o mu‘cizât-ı bâhire sâhibi olan vahdâniyet dellâlı ve saadet-i ebediye müjdecisi kendi zât-ı mübârekinde, öyle ahlâk-ı âliye ve vazîfe-i risâletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve teblîğ ettiği şerîat ve dininde öyle hasâil-i gāliye vardır ki, en şedîd düşman dahi onu tasdîk ediyor. İnkâra mecâl bulamıyor.

Hem de o apaçık mucizelerin sahibi olan Allah’ın birliğinin ilancısı ve ebedi saadetin müjdecisi kendi mübarek zatındaki yüce ahlak ve peygamberlik vazifesini icra ederken öylesine yüksek seciyeler gösteriyor ve Allah’tan alıp insanlara ulaştırdığı dininde öyle yüksek hasletler vardır ki, düşmanlıkta en şiddetli düşmanları bile onu tasdik ediyor. İnkâr etmeye mecal bulamıyorlar.

Madem zâtında ve vazîfesinde ve dininde en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymetdar ve makbûl hasletleri bulunuyor. Elbette o zât, mevcûdâttaki kemâlâtın ve ahlâk-ı âliyenin misâli ve mümessili ve timsâli ve üstâdıdır.

Madem hem zatında hem de peygamberlik vazifesinde getirdiği dininde en yüksek ve en güzel ahlak, en yüce ve en mükemmel huyları ve en kıymetli ve makbul hasletleri bulunuyor. Elbette o zat (asm), varlıklardaki mükemmelliğin ve yüksek ahlakların bizatihi örneği, mümessili, timsali ve hocasıdır.

Öyle ise, zâtında ve vazîfesinde ve dininde şu kemâlât ise, hakkāniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinâddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

Öyle ise o zatın peygamberlik görevinde ve getirdiği dininde görünen mükemmellikler o zatın davasının hak olduğuna, sözlerinin bütünüyle dosdoğru olduğuna o kadar kuvvetli bir dayanak noktasıdır ki, hiçbir şekilde sarsılmaz.

Dördüncü Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Dördüncüsü:

Hem ma‘den-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor. Belki söylettiriliyor. Evet, Hâlik-ı Kâinât tarafından söylettiriliyor. Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders veriyor.

Hem de bütün olgun huyların ve yüce ahlakın madeni ve hocası olan, aynı zamanda Allah’ın birliğini haykıran ve ebedi saadeti müjdeleyen Resul-i Ekrem (asm)’ın konuşmaları kendi ilminden, kendi fikrinden değildir. Belki o, Allah tarafından söylettiriliyor.

Çünkü, sâbık işaretlerde kısmen beyân edilen binler delâil-i nübüvvetle, Hâlik-ı Kâinât, bütün o mu‘cizâtı onun elinde halketmekle gösterdi ki, o, onun hesabına konuşuyor. Onun kelâmını teblîğ ediyor.

Çünkü, önceki nükteli işaretlerde bir kısmı açıklandığı üzere; kâinatın yaratıcısı olan Allah (cc), binlerce peygamberlik delilleriyle, bütün o mucizeleri Hz. Muhammed (asm)’ın elinde yaratmakla gösterdi ki, Resul-i Ekrem (asm), Rabbinin hesabına ve namına konuşuyor. Yalnız ve yalnız onun kelamını -zerre miktar artırmadan veya eksiltmeden- insanlara ve cinlere ulaştırıyor.

Hem ona gelen Kur’ân ise, içinde, dışında kırk vech-i i‘câz ile gösterir ki, o, Cenâb-ı Hakk’ın tercümanıdır.

Hem de Hz. Muhammed (asm)’a indirilen Kur’ân, içinde ve dışında kırk ayrı yönden mucizeli olmasıyla gösterir ki, bu kitabı getiren zat-ı Muhammed (asm), Cenâb-ı Hakk'ın tercümanı ve elçisidir. Rabbimiz ona ne buyurduysa onu haykırır.

Hem o, kendi zâtında bütün ihlâsıyla ve takvâsıyla ve ciddiyetiyle ve emânetiyle ve sâir bütün ahvâl ve etvârıyla gösterir ki, o, kendi nâmına, kendi fikriyle demiyor. Belki Hâlik’ı nâmına konuşuyor.

Hem de Resul-i Ekrem (asm), kendi mübarek zatında bütün ihlası, takvası, ciddiyeti, emaneti ve diğer bütün halleri ve tavırlarıyla gösterir ki, kendi namına, kendi şahsı için, kendi fikriyle hareket etmiyor. Belki yalnız ve ancak yaratıcısı adına konuşuyor.

Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakîkat, keşif ve tahkîkiyle tasdîk etmişler ve ilmelyakîn îmân etmişler ki, o, kendi kendine konuşmuyor. Belki Hâlik-ı Kâinât onu konuşturuyor, ders veriyor. Onunla ders verdiriyor.

Hem de o zatın tebliğ ettiği dinini, irat ettiği derslerini dinleyen ve hayatlarında hakikatten başka hiçbir şeye kıymet vermeyen, manevi keşif ve araştırmaları sonucunda bir kanaate varıp o zatın (asm) doğru sözlü olduğunu tasdik edip ilim yoluyla kazandıkları kesin itikat ile o zata iman etmişler ki, o zat (asm) kendi kendine konuşmuyor. Kendinden konuşmuyor. Belki kâinatın yaratıcısı olan Allah (cc) ona ders verip, konuşturuyor. İnsanlara ve cinlere o zatın dilinden ders verdiriyor.

Öyle ise onun sıdk ve hakkāniyeti, bu dört gayet kuvvetli esasların icmâına istinâd eder.

Öyle ise o zatın sözlerinin doğruluğu ve getirdiği davanın hakkaniyeti zikredilen bu dört esasın birleşmesinden doğan kuvvete dayanır.

Beşinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Beşincisi:

Hem o tercümân-ı kelâm-ı ezelî, ervâhları görüyor. Melâikelerle sohbet ediyor. Cin ve insi de irşâd ediyor.

Hem ezeli kelam Kur’ân’ın tercümanı olan zat (asm), ruhları görüyor. Meleklerle sohbet ediyor. Cinleri ve insanları doğru yola ulaştırıyor.

Değil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervâh ve âlem-i melâike fevkınde ders alıyor. Ve mâverâsında münâsebeti var ve ıttılâı vardır. Sâbık mu‘cizâtı ve tevâtürle kat‘î mâcerâ-yı hayatı, şu hakîkati isbat etmiştir.

Değil sadece insanlar ve cinler âlemi, belki ruhlar âlemi, melekler âlemi ve hatta daha yüksekleri bu zattan ders alıyor. Görünen âlemin daha ötesiyle ilgi, alaka ve bağı vardır. Buraya kadar zikredilmiş olan mucizeleri ve yalan olma ihtimali olmayacak kadar kesin olan hayat macerası bu hakikati ispat için yeterlidir.

Öyle ise, kâhinler ve sâir gāibden haber verenler gibi, onun haberlerine değil cin, değil ervâh, değil melâike, belki Cibrîl’den (as) başka Melâike-i Mukarrebîn dahi karışmıyor.

Öyle ise rahatlıkla denilebilir ki, kahinler veya gâibden haber verenler şöyle dursun, cinlerden, ruhlardan ve Cebrail (as) hariç Allah’ın en büyük melekleri dahil meleklerden hiçbiri de o zatın getirdiği haberlere karışamıyor.

Hatta ekser evkātta onun arkadaşı olan Hazret-i Cebrâîl’i (as) dahi bazı geri bırakıyor.

Hatta çoğu vakitlerde onun arkadaşı ve ona vahiy getirmekle görevli melek, şerefli ve emin bir elçi olan Cebrâil (as)’ı da geride bırakıyor.

Altıncı Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Altıncısı:

Hem o melek ve cin ve beşerin seyyidi olan zât, şu kâinât ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi

Hem de meleklerin, cinlerin ve insanların efendisi olan bu zat (asm), şu yaratılış ağacı olan kâinatın en nurlu ve en mükemmel meyvesidir.

ve rahmet-i İlâhiyenin timsâli

İlahî rahmetin yeryüzünde cisim giymiş, ete kemiğe bürünmüş halidir.

ve muhabbet-i Rabbâniyenin misâli

Allah’ın yarattığı mahluklarına sevgi ve muhabbetinin insan bedenine girmiş canlı halidir.

ve hakkın en münevver burhânı

Allah’ın varlığının ve birliğinin en nurani delilidir.

ve hakîkatin en parlak sirâcı

Yaratılış hakikatlerinin en parlak lambasıdır.

ve tılsım-ı kâinâtın miftâhı

Kâinatın çözülmeye muhtaç sırlarının anahtarıdır.

ve muammâ-yı hilkatin keşşâfı

Yaratılışın gizli yönlerinin keşfedicisidir.

ve hikmet-i âlemin şârihi

Allah’ın bu varlıkları yaratmasındaki hikmet ve manaların açıklayıcısıdır.

ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı

Allah’ın eşsiz ve sonsuz sanatlarının tezgahtarı, satıcısı, ünleyicisidir.

ve mehâsin-i san‘at-ı Rabbâniyenin vassâfı

Rabbimizin sanatlarındaki güzellikleri ortaya çıkaran ve vasıflarını zikredendir.

ve câmiiyet-i isti‘dâd cihetiyle o zât, mevcûdâttaki kemâlâtın en mükemmel enmûzecidir.

Kendisine verilen en geniş kapsamdaki manevi kabiliyet ve yetenekler noktasında varlıklardaki en doğru ve olgun anlamların en mükemmel özüdür.

Öyle ise, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i ma‘neviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zât, kâinâtın illet-i gāiyesidir.

Öyle ise Hz. Muhammed’in şu vasıfları ve manevi şahsiyeti işaret eder ve belki kesin olarak bize gösterir ki, o zat (asm), varlıkların yaratılmasının asıl sebebidir.

Yani o zâta şu kâinâtın Hâlik’ı bakmış, kâinâtı halketmiştir. “Eğer onu îcâd etmese idi, kâinâtı dahi îcâd etmezdi” denilebilir.

Yani her şeyin yaratıcısı olan Allah, o zata nazar etmiş ve -tıpkı bir çiftçinin meyvesini almak amacıyla bahçeyi dikmesi gibi- varlıkları yaratmıştır. “Eğer onu yaratmasaydı, varlıkları da yoktan yaratmazdı” denilebilir.

Evet, cin ve inse getirdiği hakāik-i Kur’âniye ve envâr-ı îmâniye ve zâtında göründüğü ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakîkate şâhid-i kātı‘dır.

Evet, cinlere ve insanlara getirdiği Kur’ân hakikatleri ve iman nurları ve zatında görünen yüksek ahlak ve yüce olgunluklar şu hakikatlere dosdoğru şahitlerdir.

Yedinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Yedincisi:

Hem o burhân-ı hak ve sirâc-ı hakîkat, öyle bir din ve şerîat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini te’mîn edecek desâtîri câmi‘dir.

Hem o hakkın burhanı, delili ve hakikatin parlak bir lambası olan zat (asm), öyle bir din ve hukuk sistemi getirmiştir ki, insana iki cihanın mutluluğunu kazandıracak düsturları toplamış haldedir.

Ve câmi‘ olmakla beraber, kâinâtın hakāikini ve vezâifini ve Hâlik-ı Kâinât’ın esmâsını ve sıfâtını kemâl-i hakkāniyetle beyân etmiştir.

Bununla beraber kâinatın herkesçe bilinmeyen hakikatlerini ve varlıkların yaratılış vazifelerini ve kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın isim ve sıfatlarını tam hakkını vererek izah edip açıklamıştır.

İşte o İslâmiyet ve şerîat, öyle bir tarzda muhît ve mükemmeldir ve öyle bir sûrette kâinâtı kendiyle beraber ta‘rîf eder ki, onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki, o din, bu güzel kâinâtı yapan zâtın, o kâinâtı kendiyle beraber ta‘rîf edecek bir beyânnâmesidir ve bir ta‘rîfesidir.

İşte o zatın getirdiği dini olan İslamiyet ve dininin esasları demek olan şeriat, herkesi ve her zamanı kuşatıcı mahiyette ve her ihtiyaca hitap edecek eksiksiz haldedir. İşte bu din, yaratılmış olan varlıkları ve bu varlıkların en müstesna meyvesi olan insanı ve insanların en mükemmeli olan Hz. Muhammed (asm)’ı en güzel şekilde tarif eder. İşte bu zatın ve varlıkların mahiyetine iyi dikkat eden kişi anlar ki, getirilen bu son din, bu kâinatı yoktan yaratan, hiçten yapan zatın en güzel bir beyannamesidir. Hem kâinatı ve hem de yaratıcısını mükemmel bir şekilde tarif eder.

Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münâsib bir ta‘rîfe yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için bir ta‘rîfe kaleme alır.

Nasıl ki bir sarayı yapan usta, o sarayı uygun bir dil ile anlatan tanıtım kitabı yazar. O sarayı yaparken ortaya koyduğu müstesna sanatları ve kendisindeki sanatkarlık vasfını göstermek için böyle bir tanıtım kitabını kaleme alır.

Öyle de, din ve şerîat-ı Muhammediyede (asm) öyle bir ihâta, bir ulviyet, bir hakkāniyet görünüyor ki, kâinâtı halk ve tedbîr edenin kaleminden çıktığını gösterir.

Tıpkı bunun gibi, Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dini ve bu dinin ortaya koyduğu düsturlar; öylesine kapsamlı, öylesine yüce ve yüksek bir hakkaniyet gösteriyor ki, bu din ve ortaya konulan esaslar ancak ve ancak kâinatın yaratıcısı tarafından yazılabileceğini gösteriyor.

O kâinâtı güzelce tanzîm eden kim ise, şu dini güzelce tanzîm eden yine odur. Evet, o nizâm-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.

İşte bu her yönüyle mükemmel ve eşsiz olan kâinatı en güzel şekilde düzenleyen kim ise bu İslam dinini düzenleyen de ancak odur. Evet, bu en mükemmel seviyede bulunan düzen ve nizam elbette bütün nizamların, kanunların özü ve özeti durumunda bulunan İslam’ı ister.

Sekizinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Sekizincisi:

İşte mezkûr sıfatlar ile muttasıf ve her cihet ile sarsılmaz, kuvvetli istinâd noktalarına dayanan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i şehâdete müteveccih olarak, âlem-i gayb nâmına, cin ve insin başları üzerine i‘lân ederek, istikbâlde gelecek asırlar arkasında duran akvama ve milletlere hitâb edip, öyle bir nidâ eder ki, umum cin ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet, işitiyoruz.

İşte burada saydığımız bu sıfatları üzerinde taşıyan ve hiçbir yönden sarsılmaz, son derece kuvvetli dayanak noktalarına dayanan Muhammed-i Arabî (asm), görünen, hissedilebilen şu âleme yönelerek, gayb âlemleri adına cinlerin, insanların mucizeler ve dinindeki hakikatler karşısında eğilmiş olan başlarının üstünde her tarafa ilan ediyor. Kendisinden sonra gelecek asırların arka taraflarında yani gelecek zamanda duran milletlere, topluluklara hitap ediyor.

Dokuzuncu Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Dokuzuncusu:

Hem öyle yüksek, kuvvetli hitâb ediyor ki, bütün asırlar onu dinler. Evet, aks-i sadâsını her bir asır işitiyor.

Hem Resul-i Ekrem (asm) öyle yüksek ve kuvvetli bir şekilde hitap ediyor ki, bütün asırlar onu dinlerler. Evet, Onun konuşmasının akislerini her yüzyılda yaşayan insanlar işitiyor.

Onuncu Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların Onuncusu:

Hem o zâtın (asm) gidişatında görünüyor ki, görüyor, öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde kemâl-i metânetle, tereddüdsüz, telâşsız söylüyor. Bazı olur, tek başıyla dünyaya meydan okuyor.

Hem de o Zatın (asm) gidişatından anlaşılıyor ki, o Zat görüyor ve öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde bile tam bir metanetle, tereddüt etmeden, telaşa düşmeden söylüyor. Hatta bazen tek başıyla dünyaya meydan okuyor.

On Birinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların On Birincisi: 

Hem bütün kuvvetiyle öyle kuvvetli da‘vet edip çağırır ki, yarı yeri ve nev‘-i beşerin beşte birini sesine karşı “لَبَّيْكْ” dedirtti. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا söylettirdi.

Hem de o Zat (asm) bütün gücüyle öylesine kuvvetle davet ediyor ve çağırıyor ki, yer yüzünün yarısını ve insanların hemen hemen beşte birisini çağrısına karşı “Buyur, emret!” dedirtti. “İşittik, itaat ettik” diye söyletti.

On İkinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların On İkincisi:

Hem öyle bir ciddiyetle da‘vet ve öyle esaslı bir sûrette terbiye eder ki, düstûrlarını asırların cebhesinde ve aktârın taşlarında nakşediyor. Ve dehirlerin yüzlerinde pâyidâr ediyor.

Hem de o Zat (asm) dinine öyle bir ciddiyetle davet eder ve öyle bir şekilde terbiye eder ki, dininin düsturlarını asırların yüzlerine ve her tarafa adeta taşlarına nakşetti. Çağların yüzlerinde sonsuza kadar yaşayacak hale getirdi.

On Üçüncü Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların On Üçüncüsü:

Hem teblîğ ettiği ahkâmın sağlamlığına, öyle bir vüsûk ve güvenmekle söylüyor ve da‘vet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şâhid, bütün târîh-i hayatı ve siyer-i seniyesidir.

Hem de Efendimizin insanlığa tebliğ ettiği hükümlerin sağlamlığına öylesine sağlam bir inanışla iman edip söylüyor ve davasına öyle bir davette bulunuyor ki, dünya toplansa dininin bir hükmünden bile geri çevirip pişman edemez. Bu sözümüzün şahidi Efendimizin bütün tarihlere mâl olmuş mübarek hayatıdır.

On Dördüncü Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların On Dördüncüsü:

Hem öyle bir itmi’nân ile, bir i‘timâd ile da‘vet eder, teblîğ eder ki, kimseden minnet almaz. Hiçbir müşkilâta karşı telâş etmez. Tereddüdsüz, kemâl-i samîmiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı i‘lân eder.

Hem de öyle bir kalp tatminiyle, Rabbine tam bir güven ile hiç kimseden minnet almaksızın insanları dinine davet eder ki, hiçbir zorluğa girmez. Asla telaş etmez. En küçük bir tereddüdü olmaksızın, tam bir içtenlik ve samimiyet ile tam safiyetle ve herkesten evvel dininin hükümlerini ve hatta inceliklerini büyük bir titizlikle kendisi kabul eder, fiiliyata döker ve herkese ilan eder.

Buna şâhid ise, herkesçe, dost ve düşmana ma‘lûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fânî müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür.

Bu iddiamıza delil ise dost ve düşman herkes tarafından bilinen ibadette eşsiz derecede olması, hiç kimseye boyun eğmemesi ve dünyanın geçici süslerine, heveslerine asla itibar etmemesidir.

On Beşinci Esas:

Efendimizin İstikametine, Sıdk ve Hakkaniyetine Delil Olan Esasların On Beşincisi:

Hem getirdiği dine herkesten ziyâde itâati, Hâlik’ına karşı herkesten ziyâde ubûdiyeti, menhiyâta karşı herkesten ziyâde takvâsı kat‘iyen gösterir ki, o, Sultân-ı Ezel ve Ebed’in mübelliğidir, elçisidir.

Hem de getirdiği dine herkesten önce ve herkesten fazla kendisinin itaat etmesi, yaratıcısına karşı herkesten fazla kulluk yapması, yasaklarına karşı herkesten daha fazla sakınması gösterir ki, Hz. Muhammed (asm) ezel ve ebed sultanı olan Allah’ın buyruklarını insanlara ve cinlere ulaştıran bir tebliğcisi, bir elçisidir.

Ve o, Ma‘bûd-u Bilhakk’ın en hâlis abdidir. Ve Kelâm-ı Ezelî’nin tercümanıdır.

Ve kendisine ibadet ve kulluk edilmeye yegâne layık olan Allah’ın, en özel bir kuludur. Ezeli kelamı olan Kur’ân’ın tercümanı, açıklayıcısı ve fiilen uygulayıcısıdır.

Şu on beş aded esasların neticesi şudur ki, mezkûr evsâf ile muttasıf şu zât, bütün kuvvetiyle, bütün hayatında mükerreren ve mütemâdiyen فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der. Vahdâniyeti i‘lân eder. 

Burada beyan ettiğimiz on beş (15) esastan alınacak sonuç şudur: Zikredilen sıfatlarla vasıflanmış olan şu mübarek insan, hayatı boyunca bütün gücüyle sürekli ve tekrarlı olarak “(Ey habibim!) işte gerçekten şunu bil ki: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” der. Allah’ın birliğini haykırır.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ عَدَدَ حَسَنَاتِ اُمَّتِه۪

Allah’ım Hz. Muhammed’e ve âline ümmetinin hayır ve hasenatı adedince salat ve selam eyle.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

“Seni (her türlü noksan ve kusurdan) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka ilmimiz yoktur. Ve sen her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle görensin.”

تَمَّتْ اَنْوَارُ الْكِتَابِ بِعَوْنِ اللّٰهِ الْمَلِكِ الْوَهَّابِ

Bu nurlu kitap, yegâne Sultan ve Vehhâb olan Allah’ın yardımıyla tamam oldu.

يَٓا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَح۪يمُ يَا فَرْدُ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

Ya Allah! Ya Rahman! Ya Rahîm! Ya ferd! Ya Kayyûm! Ya Hakem! Ya Adl! Ya Kuddûs!

بِحَقِّ اسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَفُرْقَانِكَ الْاَحْكَمِ وَرَسُولِكَ الْاَكْرَمِ اجْعَلْ طَلَبَةَ رَسَٓائِلِ النُّورِ نَاشِر۪ينَ لِاَسْرَارِ الْقُرْاٰنِ وَقُلُوبَهُمْ مَظْهَرًا لِاَنْوَارِ الْا۪يمَانِ وَوَفِّقْهُمْ وَسَدِّدْهُمْ لِلْاِسْتِقَامَةِ عَلَي السُّنَّةِ وَالطَّر۪يقَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ وَاجْعَلْهُمْ مَسْعُود۪ينَ فِي الدَّارَيْن اٰم۪ينَ اٰم۪ينَ اٰم۪ينِ

İsm-i Azamın, Furkan-ı Hakîmin ve Resul-i Ekrem’in (asm) hakkı için Risale-i Nur talebelerini Kur’ân’ın sırlarına nâşir (yayıcı), kalplerini imanın nurlarına mazhar eyle. Ve onları sünnet ve tarikat-ı Muhammediye üzerine istikamette olmaya muvaffak eyle. Onlara hidayet eyle. Ve onları her iki cihanda mes’ûd eyle. Âmin. Âmin. Âmin.

Saîdü’n-Nûrsî

Bediüzzaman Said-i Nursî

Bir ikrâm-ı İlâhî, bir eser-i inâyet-i Rabbâniye وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ mazmûnuna mâsadak olmak emeliyle deriz:

Allahın bir ikramı, Rabbimizin bir inayeti, gözetmesiyle “Ve Rabbin nimetine gelince, artık (onu şükranla) anlat!”  âyetinde saklı olan müjdeye uğramak arzusuyla deriz ki:

Şu risâlenin te’lîfinde Cenâb-ı Hakk’ın bir eser-i inâyetini ve rahmetini zikredeceğim. Tâ şu risâleyi okuyanlar, ehemmiyetle baksınlar.

Hz. Peygamberin risâletini ve mucizelerini izah eden bu risalenin yazımında karşılaştığım Cenâb-ı Hakkın inayet ve rahmetinin eseri olan bir hali açıklayacağım.

İşte şu risâlenin te’lîfi hiç kalbimde yoktu. Çünkü risâlet-i Ahmediyeye (asm) dâir Otuz Birinci ve On Dokuzuncu Sözler yazılmıştı. Birdenbire şu risâleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi.

Esasen bu risalenin yazılması fikri gönlümde ve planlarım arasında yoktu. Çünkü Resul-i Ekrem (asm)’ın peygamberliğinin ispatına dair 31. Söz ile 19. Söz adındaki eserler yazılmıştı. Kalbime birdenbire bu risaleyi yazmam konusunda adeta beni mecbur eden bir uyarı geldi.

Hem kuvve-i hâfızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü.

Aslında hafıza kuvvetim ömrüm boyu gördüğüm musibetler, büyük olaylar sonucu kısmen zarar görmüştü.

Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil sûretiyle kāle-kîle sûretiyle gitmemiştim.

Hem de eser telifinde bugüne kadar takip ettiğim bir yolum var. Kaleme aldığım eserlerde doğrudan naklederek “dedi-demiş” şeklinde bir yol takip etmedim.

Hem yanımda kütüb-ü hadîsiye ve siyer kitapları yoktur.

Zaten be eseri yazarken yanımda hadis ve siyer kitapları bulunmuyor.

Bununla beraber تَوَكَّلْتُ عَلَي اللّٰهِ diyerek başladım. Öyle bir muvaffakiyet oldu ki, Eski Saîd’in kuvve-i hâfızasından ziyâde hâfızam yardım etti.

Bütün bu şartlara rağmen “Allah’a tevekkül ettim” diyerek kitabı yazmaya başladım.

Her iki-üç saatte, sür‘atle otuz-kırk sahîfe yazıldı. Bir tek saatte on beş sahîfe yazılıyordu.

Her gün ortalama üç saat zarfında 30-40 sayfa yazıldı. Bir saatte yaklaşık on beş sayfa yazılıyordu.

Ekser Buhârî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Şifâ-yı Şerîf, Ebû Nuaym, Taberî gibi kitaplardan naklediliyor.

Bu kitapta geçen hadisler ve mûcizelerin çoğunluğu İmam Buhârî, İmam Müslim, İmam Beyhakî, İmam Tirmizî gibi hadis imamları ve Şifa-yı Şerif, Ebu Nuaym ve Taberî gibi kitaplardan naklediliyor.

Halbuki bu nakilde hata olsa, hadîs olduğu için günah olması lâzım geldiğinden, kalbim titriyordu.

Halbuki bu nakillerde hata yapmış olsam bu alıntılar sonuçta hadis olduğu için günah olacaktı. Bu sebeple korkudan kalbim titriyordu.

Fakat anlaşıldı ki, inâyet var. Şu risâleye ihtiyaç var. İnşâallâh sahîh bir sûrette yazılmıştır.

Fakat kitap yazımında ilerledikçe anladık ki, üzerimizde inayet var. Şu risaleye fazlaca ihtiyaç var. İnşallah hadisler sıhhatli bir şekilde yazılmıştır.

Şâyet bazı elfâz-ı hadîsiyede veya râvîlerin isminde bir yanlış bulunsa, tashîh edilerek müsâmaha ile bakmalarını ihvânlarımdan ricâ ediyorum.

Şayet bazı hadislerin lafızlarında veya hadisleri rivayet edenlerin isimlerinde herhangi bir yanlış bulunursa, kardeşlerimden bu yanlışları düzeltip müsamaha nazarıyla bakmalarını ümit ederim.

Saîdü’n-Nûrsî

Bediüzzaman Said Nursî

Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk. Üstâdımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu. Hiç mürâcaat da etmiyordu.

Evet, üstadımız söylüyor bizler de müsveddeleri yazıyorduk. Bu eseri yazarken Üstadımızın yanında hiç kitap yoktu. Hiçbir kitaba müracaat etmiyordu.

Birdenbire, gayet sür‘atli söylüyordu. Biz de yazıyorduk. İki-üç saatte otuz-kırk, daha fazla sahîfe yazıyorduk.

Birdenbire söylemeye başlıyor ve süratli şekilde ilerliyordu. Biz de oldukça hızlı bir şekilde yazıyorduk. İki-üç saatte 30-40 sayfa ve bazen de daha fazla yazıyorduk.

Bizim de kanâatimiz geldi ki, bu muvaffakiyet mu‘cizât-ı Nebeviyenin bir kerâmetidir.[1]

Bu hal üzerine bizim de kanaatimiz şöyle pekişti. Bu kitabın telifinde uğradığımız başarı, Resul-i Ekrem (asm)’ın mucizelerinin bir kerametidir.

Müsvedde ve tebyîz kâtibi kardeşi

Şam’lı Hâfız Mehmed Tevfîk (ra)

İlk yazan ve yazılanları temize çeken kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik[2] (ra)

Müsvedde kâtibi ve âhiret kardeşi

Hâfız Hâlid (ra)

İlk yazım kâtibi ve ahiret kardeşi Hafız Halid[3] (ra)

Hizmetkârı ve müsvedde kâtibi

Süleyman Sâmi (ra)

Hizmetçisi ve ilk yazım katiplerinden Süleyman Sami (ra)

Dâimî hizmetkârı

Abdullâh Çavuş (ra)

Devamlı hizmetçisi Abdullah Çavuş[5] (ra)


[1] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 315-320

[2] Şamlı Hafız Tevfik, Mehmet Tevfik Göksu. 1889 yılında Barla’da doğdu. Subay olan babasıyla Şam’da 20 yıl ikamet etmiş olması sebebiyle Şamlı, Kur’ân’ı ezber etmiş olması nedeniyle hâfız lakabını aldı. Hz. Üstadın Şam’da Emeviye Camiinde yaptığı meşhur hutbeyi babasıyla beraber dinlemişti. Babası ona “bu zata iyi bak! İleride ona hizmet edeceksin” demiş. Babasının bu sözü yıllar sonra tahakkuk edip Bediüzzaman Hazretleri Barla’da mecburi ikamete tabi tutulunca onun talebesi ve Risale-i Nurun ilk kâtibi oldu. Barla’da 800 yıllık Selçuklu camiinde ömrünün sonuna dek imam-hatiplik ve Kur’ân muallimliği yaptı.

[3] Hafız Halid, Halid Tekin, Barlalıdır. Medrese eğitimi almış ve şahsi gayretleriyle kendisini geliştirmişti. Isparta ilinin Sütçüler kasabasında, Eğirdir ilçesinin İlama köyünde öğretmenlik ve Barla’da imamlık yaptı. Bediüzzaman Hazretleri Mecburi ikametle Barla’ya geldiği zaman ona talebe ve Risale-i Nur’un ilk katiplerinden oldu. Bediüzzaman Hazretleri onun için “Risale-i Nur tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalpli, ihlâslı bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Hâlid” diye söz eder. 55 yaşında iken İstanbul’da ölüm döşeğinde “artık öleceğim. Yanımda devamlı Kur’ân okuyun ve ağzıma zemzem damlatın diye tembih vermiş, canım göğsüme geldi. Şimdi boğazıma geldi” diyerek ruhunu Rahmana teslim eylemiştir.

[4] Abdullah Çavuş (Yavaşer), 1895 yılında Barla köyü, Yokuşbaşı mahallesinde doğdu. Askerliğini çavuş rütbesiyle yaptığından köyünde Abdullah Çavuş lakabıyla anıldı. Bediüzzaman Hazretleri zorunlu ikametle Barla’ya geldiği zaman etrafında sadakatle hizmet eden ve Barla Sıddıkları unvanıyla anılan isimlerden biridir. Hz. Üstad ile Denizli hapsinde bulundu. Risale-i Nur’da sekiz (8) yerde adı geçer. Tıpkı üstadı gibi 1960 yılında hakkın rahmetine kavuştu. 


Yorum Yap

Yorumlar