19. Mektub’un "On Birinci İşareti’ni" cümle cümle izah eder misiniz?
On Birinci İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun On Birinci Nükteli İşareti
Onuncu İşaret, nasıl ki şecer tâifesindeki mu‘cize-i Nebeviyeyi gösterdi.
Nasıl ki, dokuzuncu ve onuncu nükteli işaretler ağaçlarla ilgili peygamberlik mucizelerini bir derece gösterdi.
On Birinci İşaret dahi cemâdâtta taş ve dağ tâifesinin mu‘cize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine işaret edecek.
Bu on birinci nükteli işarette de câmidât[1] (donuk varlıklar)dan olan dağ ve taşların Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğini ispat eden mucizelerine mazhar olduklarına o mucizelerden bazı misaller vererek işaret edilecek.
İşte biz de o çok kesretli misâllerinden yedi, sekiz misâli zikredeceğiz.
İşte biz de o çok sayıda gerçekleşmiş ve çok sayıda örnekleri görülmüş olan mucizelerden yedi-sekiz misali burada zikredeceğiz.
Birinci Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin birinci misali:
Allâme-i Mağrib Hazret-i Kādî Iyâz, Şifâ-yı Şerîf’inde ulvî bir sened ile ve Buhârî sâhibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahîh ile haber veriyorlar ki,
Mağrib (Afrikanın en batısı)’nın en âlim kişilerinden biri olan Kadı İyaz Hazretleri, Şifa-yı Şerif adlı eserinde ulvi bir senetle[2] Sahih-i Buhârî adlı hadis kitabını telif etmiş olan İmam Buhârî gibi hadis ilminin seçkin imamlarından sıhhatli bir şekilde naklediyor ve haber veriyor ki,
Hâdim-i Nebevî Hazret-i ibn-i Mes‘ûd der ki:
Efendimizin hizmetkârlarından Hz. Abdullah b. Mesud (ra) der ki:
“Biz Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında taâm yerken, taâmın tesbîhlerini işitiyorduk.”
“Biz Resul-i Ekrem (asm)’ın yanında yemek yerken, yediğimiz gıdaların tesbihlerini işitiyorduk.”
İkinci Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin ikinci misali:
Nakl-i sahîh ile Enes ve Ebû Zer’den kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki,
Sıhhatli bir şekilde nakledildiğine göre sahih hadis kitapları Ebu Zerr-i Gıffarî (ra)’dan haber veriyorlar ki,
Hazret-i Enes hâdim-i Nebevî demiş ki:
Efendimizin hizmetkârı Hz. Enes b. Malik demiş ki:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı. Mübârek elinde tesbîh etmeye başladılar. Sonra Ebû Bekri’s-Sıddîk’ın eline koydu. Yine tesbîh ettiler.”
“Resul-i Ekrem (asm)’ın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı. Mübarek elinde tesbih etmeye (Sübhanallah demeye) başladılar. Sonra Hz. Ebu Bekir es-Sıddık’ın eline koydu. Yine -Sübhanallah! Sübhanallah! Diyerek- tesbih ettiler.”
Ebû Zer-i Gıfârî tarîkinde der ki: “Sonra Hazret-i Ömer’in eline koydu. Yine tesbîh ettiler. Sonra aldı yere koydu, sustular. Sonra yine aldı. Hazret-i Osmân’ın eline koydu, yine tesbîhe başladılar.”
Ebu Zerr-i Gıffarî’den gelen rivayette der ki: “Sonra taşları Hz. Ömer’in eline koydu. Yine tesbih ettiler. Sonra aldı yere koydu, -tesbih etmeyi bırakıp- sustular. Sonra yine aldı. Hz. Osman’ın eline koydu, yine tesbih etmeye başladılar.”
Sonra Hazret-i Enes ve Ebû Zer diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.”
Hz. Ebu Zer ve Hz. Enes diyorlar ki: “-o taşları- bizim ellerimize koydu, sustular.”
Üçüncü Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin üçüncü misali:
Hazret-i Alî ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka’dan nakl-i sahîh ile sâbittir ki:
Hz. Ali, Hz. Cabir ve Hz. Aişe-i Sıddıka -Sıddık olan Ebu Bekir’in kızı Aişe’den- sıhhatli bir şekilde nakledildiği sabittir ki:
“Dağ, taş, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyorlardı.”
“Dağlar, taşlar, Resul-i Ekrem (asm) -onlara rast geldikçe- “Allah’ın selamı senin üzerine olsun ey Allah’ın elçisi!” diyorlardı.”
Hazret-i Alî’nin tarîkinde diyor ki:
Hz. Ali’den gelen rivayette diyor ki:
“Bidâyet-i nübüvvette, nevâhî-i Mekke’de Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyorlardı.”
“Peygamberliğin başlangıç zamanlarında, Resul-i Ekrem (asm) ile Mekke’nin civarında gezdiğimizde, ağaç veya taşa rast geldiğimiz vakit “Allah’ın selamı senin üzerine olsun ey Allah’ın elçisi!” diyorlardı.”
Hazret-i Câbir tarîkinde der ki: “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani inkıyâd edip اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyordular.”
Hz. Cabir’den gelen rivayette der ki: “Resul-i Ekrem (asm), herhangi bir taşa veya ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyorlardı. Yani Ona hürmet edip “Allah’ın selamı senin üzerine olsun ey Allah’ın elçisi!” diyorlardı.
Câbir’in bir rivâyetinde Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:اِنّ۪ي لَاَعْرِفُ حَجَرًا كَانَ يُسَلِّمُ عَلَيَّ Bazıları demişler ki: “O Hacerü’l-Esved’e işarettir.”
Hz. Cabir’den gelen rivayete göre Resul-i Ekrem (asm), “Ben bir taş biliyorum ki, bana selam veriyordu” buyurmuş. Bazı âlimler bu hadis hakkında “o Hacerü’l Esved’e[3] işaret ediyor” demişler.
Hazret-i Âişe’nin tarîkinde demiş:
Hz. Ayşe’den gelen rivayete göre:
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: لَمَّا اسْتَقْبَلَن۪ي جَبْرَٓائ۪يلُ بِالرِّسَالَةِ جَعَلْتُ لَٓا اَمُرُّ بِحَجَرٍ وَلَا شَجَرٍ اِلَّا قَالَ اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ
Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurmuş: “Cebrâil beni peygamberlikle istikbal edince (karşılayınca) hiçbir taş ve hiçbir ağacın yanına uğramıyordum ki, bana “Ya Resulallah! Selam senin üzerine olsun” demesin.”
Dördüncü Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin dördüncü misali:
Nakl-i sahîh ile Hazret-i Abbâs’dan haber veriyorlar ki:
Sıhhatli bir şekilde Hz. Abdullah b. Abbas’tan nakledildiğine göre:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Abbâs’ı ve dört oğlunu Abdullâh, Ubeydullâh, Fazl, Kusem beraber, ‘mülâet’ denilen bir perde altına alarak üzerlerine örttü.
“Resul-i Ekrem (asm) amcası Hz. Abbas ve Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem adlarındaki dört oğlunun üzerine ‘Mülâet’ denilen bir örtü örttü.
Dedi: يَا رَبِّ هٰذَا عَمّ۪ي وَصِنْوُ اَب۪ي وَهٰٓؤُلَٓاءِ بَنُوهُ فَاسْتُرْهُمْ مِنَ النَّارِ كَسَتْر۪ٓي اِيَّاهُمْ بِمُلَٓائَت۪ي deyip duâ etti. Birden evin damı ve kapısı ve duvarları, ‘Âmîn Âmîn’ diyerek duâya iştirâk ettiler.”
Sonra “Ya Rabbi! Bu benim amcamdır ve babam hükmündedir. Bunlar da onun oğullarıdır. Ben abamla onların üzerlerini örttüğüm gibi sen de onları ateşten ört (yani muhafaza eyle)” diye dua etti. Birden evin damı, kapısı ve duvarları dile gelip ‘Âmin, âmin’ diyerek Efendimizin bu duasına iştirak ettiler.
Beşinci Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin beşinci misali:
Başta Buhârî, İbn-i Hibbân, Ebû Davud, Tirmizî gibi kütüb-ü sahîha müttefikan, Hazret-i Enes’den, Ebû Hüreyre’den, Osman-ı Zinnureyn’den, Aşere-i Mübeşşere’den, Sa‘d ibn-i Zeyd’den haber veriyorlar ki:
Başta İmam Buharî’nin Sahih’i, İbn-i Hıbban’ın Sahih’i, Ebu Davud’un Sünen’i, Tirmizî’nin Es-Sünen’i olmak üzere sıhhati ve doğruluğu kesin olan hadis kitapları ittifakla; Hz. Enes b. Malik, Hz. Ebu Hüreyre, İki nur sahibi[4] Hz. Osman ve daha dünyada iken cennetle müjdelenen on sahâbeden biri olan Said b. Zeyd[5]’den nakil ile haber veriyorlar ki:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Ebû Bekri’s-Sıddîk, Ömerü’l-Faruk ve Osmân-ı Zinnûreyn ile Uhud Dağı’nın başına çıktılar. Cebel-i Uhud, ya onların mehâbetlerinden veya kendi sürûr ve sevincinden lerzeye geldi, kımıldandı.”
“Resul-i Ekrem (asm) yanında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman bulunduğu halde Uhud dağına çıktılar. Uhud Dağı, ya onların manevî heybetlerinden veya üzerine Efendimizle en yakın üç sahabesinin çıkmış olması sebebiyle kendi sürur ve sevincinden sarsıldı, kımıldandı.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: اُثْبُتْ يَٓا اُحُدُ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِيٌّ وَصِدّ۪يقٌ وَشَه۪يدَانِ
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (asm) dağa hitaben şöyle buyurdu: “Sabit ol ya Uhud! Şüphesiz üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehid var.”
Şu hadîs ile Hazret-i Ömer ve Osman şehîd olacaklarına bir ihbâr-ı gaybîdir.
Efendimiz (asm)’ın şu hadisi Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın şehid olacaklarını gaybî olarak haber vermesi demektir.
Esasen burada üç ayrı mucize saklıdır:
1- Efendimiz (asm)’ın dağa hitaben emir vermesi ve dağın bu emri algılaması,
2- Emri üzerine dağın sarsıntıyı bırakıp teskin olması,
3- En yakın ashabından iki kişinin haber verdiği şekilde şehid olması.
Şu misâlin tetimmesi olarak nakledilmiş ki:
Dağ ve taşlarla ilgili mucize örneklerinden olan şu misalin tamamlayıcısı olarak şöyle nakledilmiştir.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke’den hicret ettiği ve küffârlar ta‘kîbe çıktıkları vakit, Sebîr nâmındaki dağa çıktılar. Sebîr dedi: “Yâ Resûlallâh, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa, Allah beni ta‘zîb eder. Onun için korkarım.”
Resul-i Ekrem (asm) Mekke’den Medine’ye doğru hicret yolculuğuna çıkmış ve müşrikler de onu takip etmek üzere yola çıkmışlardı. Bu yolculukta öncelikle Sebir[6] dağına çıktılar. Sebir dağı dile gelip Efendimize hitaben şöyle dedi: “Ey Allah’ın elçisi! Lütfen benim üzerimden ininiz. Korkarım ki, benim üzerimdeyken size bir zarar verirlerse, Allah bana azap eder. Onun için korkarım.”
Cebelü'l-Hırâ çağırdı: “Yâ Resûlallâh (اِلَيَّ) Bana gel.” Bu sır içindir ki, ehl-i kalb Sebîr’de havf ve Hirâ’da da emniyeti hissederler.
Bunun üzerine Hira Dağı[7] dile gelip Efendimizi çağırdı ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın elçisi! Bana gel” işte bu sır içindir ki, kalp ehli insanlar Sebir dağında iken korku, Hira dağında iken güven hissederler.
Bu misâlden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil abddir. Müsebbihtir ve vazîfedârdırlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanır ve severler. Başıboş değillerdir.
Bu zikrettiğimiz dağlarla ilgili mucize misalinden anlaşılır ki, yeryüzündeki koca dağlar Allah’ın başlı başına birer kuludur. Devamlı olarak kendilerine mahsus dilleriyle Allah’ı tesbih ederler. Allah tarafından görevlidirler. Bu cansız gibi duran donuk varlıkların her biri Peygamber Efendimiz (asm)’ı tanırlar ve severler. Bu varlıklar başıboş değiller.
Altıncı Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin altıncı misali:
Nakl-i sahîh ile Hazreti Abdullâh ibn-i Ömer’den haber veriyorlar ki, demiş:
Sıhhatli bir şekilde Hz. Abdullah b. Ömer’den haber verildiğine göre İbn-i Ömer (ra) şöyle demiş:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minberde hutbe okurken وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَم۪ينِه۪ okudu
“Resul-i Ekrem (asm) minberde hutbe okurken “Halbuki (o kullar) Şanını hakkıyla takdir edemediler (tanıyamadılar, hakkıyla kulluk edemediler). Fakat kıyamet günü, yer tamamen onun avucunda (mülkü ve tasarrufunda)dır; gökler de onun sağ eliyle (kudretiyle) dürülmüştür” ayetini okudu.
ve dedi: اِنَّ الْجَبَّارَ يُعَظِّمُ نَفْسَهُ وَيَقُولُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْكَب۪يرُ الْمُتَعَالِ dediği vakit, minber öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi. Korktuk ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşürecek bir derecede sallandı.”
Ardından şöyle dedi: “Şüphesiz Cebbar olan (Allah) kendini tazim ediyor ve buyuruyor ki; Cebbar ancak benim, Cebbar ancak benim, her şeyden büyük ve her şeyden yüce olan ancak benim.” Efendimiz (asm) bu sözünü söylediği vakit, minber öylesine sarsıldı ve öyle titredi ki, Resul-i Ekrem (asm)’ı düşürecek diye korktuk.”
Yedinci Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin yedinci misali:
Nakl-i sahîh ile, Hibrü’l-Ümmet ve Tercümânü’l-Kur’ân olan Hazret-i ibn-i Abbâs ve hâdim-i Nebevî ve ulemâ-yı azîme-i Sahâbeden olan İbn-i Mes‘ûd’dan haber veriyorlar ki, demişler:
Ümmetin âlimi ve Kur’ân’ın tercümanı unvanlarını almış olan Abdullah b. Abbas ve sahabenin en büyük âlimlerinden olan, aynı zamanda Efendimiz (asm)’ın hizmetkârı olan Abdullah b. Mesut’tan sıhhatli bir şekilde nakledildiğine göre bu iki seçkin sahabe şöyle demişler:
“Feth-i Mekke gününde, Ka‘be ve etrafında taşta rasâsla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı.
“Kâbe ve etrafında Rasas[8] ile duvara mıhlanmış halde 360 adet put vardı. Mekke’nin fetih gününde,
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا deyip hangisine işaret etti, yere düştü.
Resul-i Ekrem (asm), “Hak geldi batıl zâil oldu. Şüphesiz ki batıl yok olmaya mahkumdur” ayetini tekrar ederek elindeki kavse[9] benzer değnek ile o putlara birer birer işaret etti. Hangi puta işaret ettiyse o put yere düştü.
Sanemin yüzüne işaret etti ise, arkasına düşer. Arkasına işaret etti ise, yüz üstüne düşer. Ve hâkezâ, sanemler yere yuvarlandılar.”
Hatta öyle oldu ki, putun yüzüne işaret ettiyse arkasına doğru ve arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşerdi. Ve bu şekilde o putların hepsi yere yuvarlandılar.”
Sekizinci Misâl:
Dağlar ve taşlarla ilgili mucizelerin sekizinci misali:
Meşhur Bahîrâ-yı Râhib’in meşhur kıssasıdır ki,
Meşhur rahip Bahîra’nın kendisi kadar meşhur kıssası şöyledir.
nübüvvetten evvel Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebû Tâlib ve bir kısım Kureyşî ile beraber Şam tarafına ticarete gidiyorlar.
Resul-i Ekrem (asm) peygamberliğinden önce -yaklaşık 12 yaşlarında iken- amcası Ebu Talip ve beraberinde bazı Kureyşliler olduğu halde Şam tarafına doğru ticaret amacıyla gidiyorlardı.
Bahîrâ-yı Râhib’in kilisesi civarına geldikleri vakit, oturdular.
Rahip Bahîra’nın kilisesinin civarına geldiklerinde mola verip oturdular.
İnsanlar ile ihtilât etmeyen münzevî Bahîrâ-yı Râhib birden çıkageldi.
Normalde insanların arasına karışıp konuşmayan ve inziva hayatı yaşayan rahip Bahîra birden kafilenin yanına çıkageldi.
Kafile içinde Muhammedü’l-Emîn’i (asm) gördü. Kafileye dedi: “Şu Seyyidü’l-Âlemîn’dir. Ve peygamber olacaktır.”
Kafilenin içinde Muhammedü’l Emin[10] (asm)’ı gördü. Kafileye hitaben “Şu çocuk âlemin efendisidir. İleride peygamber olacaktır.”
Kureyşîler dediler: “Nereden biliyorsun?” Mübârek râhib dedi ki: “Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü’l-Emîn (asm) tarafına bulut meyletti. Gölge yaptı.
Kureyş kabilesine mensup olan ve kafilede yer alan kişiler rahip Bahîra’ya, “-Bu çocuğun ileride peygamber olacağını- nereden biliyorsun?” dediler. O mübarek rahip Bahîra onlara dedi ki, “Siz kafileyle gelirken baktım. Havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz mola verip otururken bulut Muhammedü’l Emin (asm)’ın tarafına meyledip gölge yaptı.
Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaz‘iyet gördüm. Bu ise nebîlere yapılır.”
Hem yine siz kafileyle gelirken rast geldiğiniz taş ve ağaçların ona secde eder gibi bir hal gösterdiklerini gördüm. Böyle bir hareket insanlar arasında ancak bir peygambere karşı yapılır.
İşte bu sekiz misâl gibi, belki seksen misâl var. Bu sekiz misâl birleştirilse, öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şübhe onu koparamaz ve sarsmaz.
İşte buraya kadar zikredilen dağ ve taşlarla ilgili mucizelerin bu sekiz misali gibi belki seksen misalleri gerçekleşmiş. Bu sekiz misal bir araya getirilip birleştirilse öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şüphe onu koparamaz ve sarsamaz.
Şu cins mu‘cize umumiyeti i‘tibâriyle, yani cemâdâtın da‘vâ-yı nübüvvete delil olarak konuşmaları, ma‘nevî tevâtür hükmünde yakîni ve kat‘iyeti ifade eder.
Şu dağ ve taşlarla ilgili mucizeler bütünü itibariyle yani donuk varlıkların Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberlik davasına delil olarak konuşmaları vakalarının tamamı ele alındığında manevî tevatür derecesinde kesin olarak gerçekleştiklerini gösterir.
Her bir misâl, mecmûun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alır.
Bu sekiz misalden her bir misal, toplamın kuvvetinden kendi kuvvetinin çok üstünde bir kuvvet kazanır. "Kuvvetliye dayanan zayıf da olsa kuvvet kazanır." Bu bir kanundur. İş bu kanun hadis ilminde ve bilhassa bu mucizeler noktasında işletilse rivayet derecesi zayıf da olsa aynı konuda gerçekleşen bütün mucizelerin kuvvetinden medet alır. Kendisi de kuvvetli olur.-
Evet, zayıf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit muhkemleşir. Zayıf, kuvvetsiz bir adam asker olup orduya girse, öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur.[11]
Evet, zayıf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit sağlamlaşır. Zayıf, kuvvetsiz bir insan asker olup orduya girse, o kadar kuvvet kazanır ki, gerektiği zaman bir adama meydan okur.
[1] Câmidât, donuk varlıklar demektir. Taş donuktur. Belli bir ısıya ulaştığında su gibi akar. Yanardağ lavları buna misaldir. Donuk olan bütün varlıkların birer erime derecesi vardır. Bu sebeple başta dağ ve taş gibi varlıklar olmak üzere mat olan varlıklara genel anlamda câmidât denilir.
[2] Ulvi senet, bir haber ya da hadisin Efendimize kadar dayandırılması noktasında kesintisiz ve kesin bir silsileyle kuvvetli hadis alimlerinden ve alim sahabeden ibaret olan en kısa senede ulvi sıfatı verilir. Böyle yüksek bir isnad ile Efendimize kadar ulaşan haberlerin doğruluk derecesi de yüksek olur. Yani hem rivayet zinciri kısadır ve hem de rivayet silsilesinde adı geçen raviler güvenilir, sağlam alimlerdir.
[3] Hacerü’l Esved, siyah taş demektir. Cennetten indirilmiş ve İbrahim (as) tarafından Kâbe inşa edilirken Ebu Kubeys dağından alınıp, tavafta başlangıç noktasını belirlemek üzere Kâbe’nin duvarında 1,5 metre yükseğe, altın kapının yanındaki köşeye konulmuştur. Şayet imkân var ise tavafa başlarken Hacerü’l Esved’i istilam etmek (ona dokunmak, onu selamlamak) sünnettir. Kalabalık fazla ise uzaktan el ile selamlama da yeterlidir.
[4] Zinnureyn, kelime başındaki ‘zi’ sahiplik demektir. Kelime sonundaki ‘eyn’ iki adede delalet eder. Böylece ‘iki nur sahibi’ anlamı ortaya çıkar. Efendimiz (asm)’ın kızlarından biriyle evli olan Hz. Osman, eşinin vefat etmesi üzerine Efendimizin diğer kızıyla evlendi. İş bu sebeple iki nur sahibi unvanını aldı.
[5] Said b. Zeyd, daha dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Miladî 600 yılında Mekke’de doğdu. Babası hanif inancında olan, cahiliye adetlerine asla taraf olmayan hatta müşriklerin kestiği etleri yemeyen biriydi. Oldukça genç bir yaşta 13. Müslüman olarak İslam ile şereflendi. Hz. Ömer’in amcasının oğludur ve hidayetine vesile olmuştur. Müşriklerden türlü eziyetler gördü. Bedir savaşına fiilen katılmadı ama istihbarat görevlisi olduğu için harbe katılmış kabul edildi. Bütün savaşlarda ve seferlerde Efendimizin yanı başında yer aldı. Ecnâdeyn, Fihl ve Yermük gibi fetih savaşlarına katıldı. Valilik teklifini reddedip cihadı tercih etti. İslam’ın iç karışıklıklarına bulaşmadı. Medine’ye çekilip fitneden uzak durdu. Medine yakınlarındaki Akik vadisinde 671 yılında vefat etti.
[6] Sebir Dağı, Mekke’nin kuzey doğusunda Kâbe’ye 5 km mesafede bulunan, deniz dalgasını andıran 413 metre yükseklikteki dağdır.
[7] Hira dağı, Mekke’nin 6 km kuzeyinde yer alan ve Nur dağı da denilen, Efendimize ilk vahyin geldiği Hira Mağarasına ev sahipliği yapan dağdır.
[8] Rasas, kurşun, kalay veya lehim demektir. Eritme usulüyle maddeleri sabitlemeye yarar.
[9] Kavs, yay biçiminde eğri olan şey demektir.
[10] Bu sıfat, Efendimiz (asm)’a bizzat Mekke müşrikleri tarafından verildi. “Hiç kimseyi aldatmaz, asla yalan söylemez, kimseye zarar vermez” anlamında manevî bir unvandır.
[11] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 263-66