Soru

19. Mektub (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi) Şerh ve İzahı-30

19. Mektub’un “On Sekizinci İşaret’inin Üçüncü Nüktesi’ni” cümle cümle izah eder misiniz?

Tarih: 25.06.2025 19:46:11

Cevap

Üçüncü Nükte:

Kur’ân’ın Mûcizeleriyle İlgili Üçüncü Nükte:

Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın hulâsatü’l-hulâsa bir icmâl-i mâhiyeti için bir vakit, Arabî ibâre ile bir tefekkür-ü hakîkîyi Cenâb-ı Hakk benim kalbime ihsân etmişti. Şimdi aynen o tefekkürü Arabî olarak yazacağız. Sonra ma‘nâsını beyân edeceğiz.

Cenâb-ı Hakk benim kalbime beyanı dahi başlı başına mucize olan Kur’ân’ın mahiyeti hakkında çok kısaltılmış, özetin özeti olan hakiki bir tefekkürü Arapça olarak ihsan etmişti. Şimdi o tefekkürü aynı şekilde Arapça olarak yazıp ardından Türkçe manasını açıklayacağız. 

سُبْحَانَ مَنْ شَهِدَ عَلٰي وَحْدَانِيَّتِه۪ وَصَرَّحَ بِاَوْصَافِ جَمَالِه۪ وَجَلَالِه۪ وَكَمَالِهِ الْقُرْاٰنُ الْحَك۪يمُ الْمُنَوَّرُ جِهَاتُهُ السِّتُّ الْحَاو۪ي لِسِرِّ اِجْمَاعِ كُلِّ كُتُبِ الْاَنْبِيَٓاءِ وَالْاَوْلِيَٓاءِ وَالْمُوَحِّد۪ينَ الْمُخْتَلِف۪ينَ فِي الْاَعْصَارِ وَالْمَشَارِبِ وَالْمَسَالِكِ

الْمُتَّفِق۪ينَ بِقُلُوبِهِمْ وَعُقُولِهِمْ عَلٰي تَصْد۪يقِ اَسَاسَاتِ الْقُرْاٰنِ وَكُلِّيَاتِ اَحْكَامِه۪ عَلٰي وَجْهِ الْاِجْمَالِ وَهُوَ مَحْضُ الْوَحْيِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنَزَّلِ عَلَيْهِ وَعَيْنُ الْهِدَايَةِ بِالْبَدَاهَةِ وَمَعْدَنُ اَنْوَارِ الْا۪يمَانِ بِالضَّرُورَةِ وَمَجْمَعُ الْحَقَٓائِقِ بِالْيَق۪ينِ وَمُوصِلٌ اِلَي السَّعَادَةِ بِالْعَيَانِ وَذُو الْاَثْمَارِ الْكَامِل۪ينَ بِالْمُشَاهَدَةِ وَمَقْبُولُ الْمَلَكِ وَالْاِنْسِ وَالْجَٓانِّ بِالْحَدْسِ الصَّادِقِ مِنْ تَفَارِقِ الْاَمَارَاتِ وَالْمُؤَيَّدُ بِالدَّلَٓائِلِ الْعَقْلِيَّةِ بِاتِّفَاقِ الْعُقَلَٓاءِ الْكَامِل۪ينَ وَالْمُصَدَّقُ مِنْ جِهَةِ الْفِطْرَةِ السَّل۪يمَةِ بِشَهَادَةِ اطْمِئْنَانِ الْوِجْدَانِ وَالْمُعْجِزَةُ الْاَبَدِيَّةُ الْبَاق۪ي وَجْهُ اِعْجَازِه۪ عَلٰي مَرِّ الزَّمَانِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْمُنْبَسِطُ دَٓائِرَةُ اِرْشَادِه۪ مِنَ الْمَلَأِ الْاَعْلٰٓي اِلٰي مَكْتَبِ الصِّبْيَانِ يَسْتَف۪يدُ مِنْ عَيْنِ دَرْسٍنِ الْمَلٰٓئِكَةُ مَعَ الصَّبِيّ۪ينَ وَكَذَا هُوَ ذُو الْبَصَرِ الْمُطْلَقِ يَرَي الْاَشْيَٓاءَ بِكَمَالِ الْوُضُوحِ وَالظُّهُورِ وَيُح۪يطُ بِهَا وَيُقَلِّبُ الْعَالَمَ ف۪ي يَدِه۪ وَيُعَرِّفُهُ لَنَا كَمَا يُقَلِّبُ صَانِعُ السَّاعَةِ السَّاعَةَ ف۪ي كَفِّه۪ وَيُعَرِّفُ لِلنَّاسِ فَهٰذَا الْقُرْاٰنُ الْعَظ۪يمُ الشَّاْنِ هُوَ الَّذ۪ي يَقُولُ مُكَرَّرًا اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

İşte şu tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meâli şudur ki:

İşte şu Arapça tefekkürün tercümesi ve kısa bir meali şöyledir:

Yani Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın altı ciheti parlaktır ve nûrludur. Evhâm ve şübehât içine giremez.

Beyanı dahi mucize olan Kur’ân’ın altı yönü (yani önü, arkası, sağı, solu, üstü ve altı) parlak ve nurludur. Kuruntular ve şüpheler Kur’ân’ın içine giremez.

Çünkü arkası, Arş’a dayanıyor. O cihette nûr-u vahiy var.

Çünkü Kur’ân’ın arkası Arşa[1] dayanıyor. Yani Arştan yere indirilmiştir. Bu yönüyle arkasında vahyin nuru var.

Önünde ve hedefinde, saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmış. Cennet ve saadet nûru var.

Kur’ân’ın önünde ve hedefinde iki dünya saadeti var. Bu yönüyle ebediyete, ahirete el atmış. Kur’ân’da Cennet ve ebedi mutluluk nurları var.

Üstünde, sikke-i i‘câz parlıyor. Altında, burhân ve delil direkleri var. İçi, hâlis hidâyet; sağı, اَفَلَا يَعْقِلُونَ ler ile ukūlü istintâkla صَدَقْتَ dedirtip;

Kur’ân’ın üstünde mucizelik mühürleri parlıyor. Alt tarafında burhan ve delil direkleri var. Dolayısıyla Kur’ân delile dayanıyor. Kur’ân’ın içi halis, katışıksız, sırf hidayet nurlarıyla doludur. Kur’ân’ın sağı yani gelecek zaman “hiç akıl etmez misiniz?” gibi ayetlerle akılları konuşturup “doğru söyledin” dedirtiyor.

solunda, kalblere ezvâk-ı rûhânî vermek ile vicdanları istişhâd ederek “بارك اللّٰه” dediren Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’a, hangi köşeden, hangi cihetten evhâm ve şübehâtın hırsızları girebilir?

Kur’ân’ın sol yanı olan geçmiş zamanda, kalplere ruhanî zevkler vererek, vicdanları şahit tutarak “barekallah” dedirtiyor. İşte böylece altı yönünün tamamı mucize nurlarıyla parlayan Kur’ân’a hangi köşesinden, hangi yönünden kuruntu veya şüphe hırsızları girebilirler?

Evet, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân asırları, meşrebleri, meslekleri muhtelif olan enbiyânın, evliyânın, muvahhidînin kitaplarının sırr-ı icmâını câmi‘dir.

Evet, beyanı mucize olan Kur’ân, görevli oldukları zamanları, meşrepleri ve manevi meslekleri birbirinden farklı olan peygamberlere indirilen kitapların, evliyaların, tevhit ehli insanların telif ettikleri kitapların tamamının toplamlarının sırrını kapsar.

Yani bütün o ehl-i kalb ve akıl, Kur’ân-ı Hakîm’in mücmel ahkâmını ve esâsâtını tasdîk eder bir sûrette, o esâsâtı kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kur’ân şecere-i semâviyesinin kökleri hükmündedirler.

Yani kalp ehli olan, kalp ayağıyla velayete kavuşan evliyalar ve akıl yoluyla ilimde ilerleyen âlimler, her hükmü, her yönü hikmetli olan Kur’ân’ın esaslarını ve hükümlerinin özünü tasdik ederler. Bu tasdiklerini Kur’ân’ın esaslarını kitaplarında zikrederek göstermişler. Demek ki, bu kitaplar, semavi bir ağaç olan Kur’ân’ın kökleri hükmündedirler.

Hem Kur’ân-ı Hakîm vahye istinâd ediyor ve vahiydir. Çünkü Kur’ân’ı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, mu‘cizât-ı Ahmediye (asm) ile, Kur’ân vahiy olduğunu gösterir, isbat eder.

Hem de her yönü hikmetli olan Kur’ân vahye dayanıyor ve kendisi de vahiydir. Çünkü Kur’ân’ı indiren celal sahibi olan Zat (cc), Hz. Muhammed (asm)’a verdiği mucizeler ile onun peygamber olduğunu gösterir. Dolayısıyla peygamber olduğu ispatlanmış olan Hz. Muhammed (asm)’a indirilen Kur’ân’ın katıksız vahiy olduğunu muhataplarına gösterir ve ispat eder. 

Ve nâzil olan Kur’ân dahi üstündeki i‘câz ile gösterir ki, Arş’dan geliyor.

Ve indirilen Kur’ân dahi üstündeki mucizeler ile Arştan geldiğini gösterir.

Ve münzelün aleyh olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bidâyet-i vahiydeki telâşı ve nüzûl vaktindeki vaz‘iyet-i bîhûşu ve herkesten ziyâde Kur’ân’a karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor. Ona misafir oluyor.

Ve Kur’ân’ın kendisine indirildiği zat olan Resul-i Ekrem (asm)’ın vahyin başlangıcında göstermiş olduğu telaşı ve ayetlerin indirilme zamanlarında üzerinde görünen baygınlığa benzer vaziyeti ve Kur’ân’a karşı herkesten daha fazla ve tam ihlas ile hürmet göstermesinden anlaşılıyor ki, Kur’ân vahiydir. Ezelden geliyor. Efendimiz (asm)’a misafir oluyor.

Hem o Kur’ân bilbedâhe mahz-ı hidâyettir. Çünkü onun muhâlifi, bilmüşâhede küfrün dalâletidir.

Hem de Kur’ân, apaçık ve sırf bir vahiydir. Çünkü gözle görülecek kadar açıktır ki onun zıttı, küfrün sapkınlıklarıdır.

Hem bizzarûre Kur’ân envâr-ı îmâniyenin ma‘denidir. Elbette envâr-ı îmâniyenin aksi zulümâttır. Çok sözlerde bunu kat‘î olarak isbat etmişiz.

Hem de Kur’ân, zaruri olarak anlaşılacağı üzere bütün iman nurlarının madenidir. Elbette iman nurlarının aksi, zıttı küfür karanlıkları olduğunu Risale-i Nur’un çok yerlerinde ispat ettik.

Hem Kur’ân, bilyakîn hakāikin mecmaıdır. Hayâlât ve hurâfât içine giremez.

Hem Kur’ân kesin bir inanç ile hakikatlerin toplanma merkezidir. Hayaller ve hurafeler içerisine giremez.

Teşkîl ettiği hakîkatli âlem-i İslâmiyet ve izhâr ettiği esaslı şerîat ve gösterdiği âlî kemâlâtın şehâdetiyle, âlem-i gayba âit olan bahislerinde dahi, âlem-i şehâdetteki bahisler gibi ayn-ı hakāik olduğunu ve içinde hilâf bulunmadığını isbat eder.

Kur’ân’ın teşkil ettiği hakikatli İslam âlemi ve ortaya koyduğu esaslı hukuk sisteminin ve yüksek seciyeli olgunlukların şahitliğiyle, Kur’ân’ın şehadet âlemiyle ilgili bahisleri gibi gayb âlemlerine dair bahislerinde de hakikatin ta kendisi olduğunu ve içinde hakikat harici bir tortu bulunmadığını ispatlar.

Hem Kur’ân, bil’ayân ve şübhesiz, saadet-i dâreyne îsâl eder. Beşeri ona sevk eder. Kimin şübhesi varsa, bir def‘a Kur’ân’ı okusun, dinlesin, ne diyor?

Hem yine Kur’ân, ayan beyan ve şüphesiz olarak ona tabi olanları iki cihan mutluluğuna kavuşturur. İnsanları iki cihan saadetine sevk eder. Bu konuda kimin bir şüphesi varsa Kur’ân’ı bir defa okusun veya dinlesin. Ne diyor?

Hem Kur’ân’ın verdiği meyveler hem mükemmeldir hem hayatdârdır. Öyle ise Kur’ân ağacının kökü hakîkattedir, hayatdârdır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder.

Hem de Kur’ân verdiği meyveler bütünüyle mükemmel ve hayat sahibidirler. Öyle ise Kur’ân ağacının kökü hakikattedir. Hayatlıdır. Çünkü bir meyvenin hayat sahibi olması ağacının hayat sahibi olduğuna delil olur.

İşte bak. Her asırda ne kadar asfiyâ ve evliyâ gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînûr meyveleri vermiş.

İşte bak! Kur’ân, her yüzyılda ne kadar çok asfiyâ ve evliya gibi mükemmel, kemâlât sahibi, hayat sahibi, nur sahibi olan meyveler vermiştir.

Hem hadsiz müteferrik emârelerden neş’et eden bir hads ve kanâatle Kur’ân hem ins, hem cin, hem meleğin makbûlü ve mergūbudur ki, okunduğu vakit onlar iştiyâkla pervâne gibi etrafına toplanıyorlar.

Hem de Kur’ân, birbirinden farklı sınırsız emarelerden ortaya çıkan bir kavrayış ve kanaat ile hem insanlar hem cinler hem melekler tarafından kabul görmüş ve rağbet edilmiştir. Okunduğu vakit okunduğu yerde bütün bunları şevkle adeta bir pervane gibi etrafına toplar.

Hem Kur’ân vahiy olmakla beraber, delâil-i akliye ile te’yîd ve tahkîm edilmiş. Evet, kâmil ukalânın ittifâkı buna şâhiddir.

Hem de Kur’ân vahiy olmakla birlikte akla uygun delillerle desteklenmiş ve sapasağlam kılınmıştır. Evet, akıl sahibi kâmil insanların bu konudaki ittifakı bu davaya şahittir.

Başta ulemâ-yı ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhîleri, müttefikan esâsât-ı Kur’âniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmişler.

Başta kelam ilminin allâmeleri ve İbn-i Sina[2], İbn-i Rüşd[3] gibi felsefenin dahi bilginleri, ittifak ederek Kur’ân’ın esaslarını kendi usulleri ve ortaya koydukları delillerle ispat etmişler.

Hem Kur’ân fıtrat-ı selîme cihetiyle musaddaktır. Eğer bir ârıza ve bir maraz olmazsa, her bir fıtrat-ı selîme onu tasdîk eder. Çünkü itmi’nân-ı vicdân ve istirâhat-i kalb onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selîme, vicdanın itmi’nânı şehâdetiyle onu tasdîk ediyor.

Hem yine Kur’ân, bozulmamış fıtratlar tarafından doğrulanır. Eğer fıtratı bozulmamış olan bir insana bir arıza veya aksaklık olmadan doğru bir şekilde ulaşırsa bozulmamış her fıtrat Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğunu tasdik eder. Çünkü kalplerin ve vicdanların tatmin olması, kalplerin istirahat etmesi yalnız Kur’ân’ın nurlarıyla olur. Demek ki, bozulmamış her fıtrat ve vicdanın tatmin olmalarının şahitliğiyle Kur’ân’ın Allah’ın vahyi olduğunu tasdik ediyor.

Evet fıtrat, lisân-ı hâli ile Kur’ân’a der: “Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz.” Şu hakîkati çok yerlerde isbat etmişiz.

Evet, insanın yaratılışı hal diliyle Kur’ân’a şöyle der: “Yaratılışımızın en mükemmel kıvama ermesi sensiz gerçekleşemez.” Şu hakikati Risale-i Nur’un çok yerinde ispat ettik.

Hem Kur’ân bilmüşâhede ve bilbedâhe ebedî ve dâimî bir mu‘cizedir. Her vakit i‘câzını gösterir. Sâir mu‘cizât gibi sönmez, vakti bitmez, ebedîdir.

Hem de Kur’ân, gözle görünen, apaçık, sonsuza kadar devam edecek bir mucizedir. Mucizeliğini her an gösteriyor. Diğer peygamber mucizeleri gibi sönmez, zamanı geçmez, kendisi bizzat ebedidir.

Hem Kur’ân’ın mertebe-i irşâdında öyle bir genişlik var ki, bir tek dersinde Hazret-i Cibrîl, bir tıfl-ı nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbn-i Sînâ gibi en dâhî feylesof, en âmî bir ehl-i kırâatle diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hatta bazen oluyor ki, o âmî adam, kuvvet ve safvet-i îmân cihetiyle İbn-i Sînâ’dan daha ziyâde istifâde eder.

Hem Kur’ân’ın doğruya ulaştırma mertebelerinde o kadar genişlikler var ki, aynı dersini Hz. Cebrail -gibi büyük bir melek- yeni yetişmiş bir çocuk ile omuz omuza dinler ve hisselerini alırlar. İbn-i Sina gibi Felsefe biliminin en dâhilerinden olan bir bilgin, kıraathanede oturan eğitimsiz bir kimseyle diz dize verip aynı dersini okurlar. Her ikisi de derslerini alırlar. Hatta bazen öyle oluyor ki, o eğitimsiz, diplomasız adam, imanının saflığı ve kuvveti yönüyle Kur’ân’ın dersinden İbn-i Sina gibi bir dâhiden daha fazla faydalanır.

Hem Kur’ân’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinâtı görür, ihâta eder. Ve bir kitabın sahîfeleri gibi kâinâtı göz önünde tutar. Tabakātını ve âlemlerini beyân eder. Bir saatin san‘atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, ta‘rîf eder. Kur’ân dahi, elinde kâinâtı tutmuş, öyle yapıyor.

Hem Kur’ân’ın içinde adeta bütün evreni, bütün varlıkları görüp kuşatan bir göz vardır. Sanki bir kitabın sayfalarını tutar gibi kolay ve zahmetsiz şekilde koca kâinatı göz önünde tutar. Evrenin tabakalarını ve içindeki farklı âlemleri açıklar. Bir saatin ustası, sanatkârı bir saati nasıl açar, dilediği gibi çevirir, muhatabına gösterir ve anlatırsa Kur’ân da adeta elinde kâinatı tutmuş gibi anlatır.

İşte şöyle bir Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır ki, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, vahdâniyeti i‘lân eder. 

İşte Kur’ân, şanı öylesine yüce olan bir kitaptır ki, “(ey habibim!) işte gerçekten şunu bil ki: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” der. Kâinatın yaratıcısının varlığını ve varlığıyla beraber birliğini aleme ilan eder.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ لَنَا فِي الدُّنْيَا قَر۪ينًا وَفِي الْقَبْرِ مُونِسًا وَفِي الْقِيَامَةِ شَف۪يعًا وَعَلَي الصِّرَاطِ نُورًا وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا وَفِي الْجَنَّةِ رَف۪يقًا وَاِلَي الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَل۪يلًا وَاِمَامًا ٭ اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبُورَنَا بِنُورِ الْا۪يمَانِ وَالْقُرْاٰنِ وَنَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ وَبِحُرْمَةِ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ عَلَيْهِ وَعَلٰٓي اٰلِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الْحَنَّانِ اٰم۪ينَ[4]

Ya İlahena! Kur'an'ı bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyet edilen bir arkadaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, cennette bir refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl.

Ya İlahena! Kalplerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’an nurlarıyla nurlandır. Üzerine Kur’ân indirilen zâtın – Rahman ve Hannan (olan Allah’ın) salat ve selamı onun ve âlinin üzerine olsun- hakkı ve hürmeti için, Kur’ân’ın burhanlarını aydınlat. Âmin.


[1] Arş, sözlükte ‘yükseklik, yüksek yer’ anlamına gelir. Bu manaya bağlı olarak ‘tavan, taht’ gibi anlamlarda kullanılmıştır. Kur’ân’da Allah’a nispetle ve ‘arşın sahibi’ anlamında18 yerde geçer. Yedi göğün üzerinde Adn veya Kevser cenneti bulunur. Cennetin üzerinde de arş bulunur. Göklerin en üst kısmında kubbe şeklinde bulunur. Melekler tarafından taşınır ve sütunlarında kelime-i tevhit yazılıdır. Sağında Efendimize verilecek olan Makâm-ı Mahmud yani şefaat makamı bulunur. Arş, kâinatın çatısı ve aynı zamanda beyni gibidir. Her şeyin merkezi ve zirvesidir. Allah arşı istiva etmiştir.

[2] İbn-i Sina, 980 yılında günümüz Özbekistan’a bağlı buhara şehrine yakın Efşene köyünde doğdu. On yaşında Kur’ân’ı ezberledi. Zamanının ünlü bilginlerinden özellikle Kuşyar isimli bir tabipten ders aldı. Geometri, sarf, nahiv, tıp, doğa bilimi, fıkıh, mantık gibi alanlarda çalışmalar yaptı. Biruni ile tanışıp ders aldı. İslam’ın aştın çağı olarak nitelendirilen dönemin en önemli bilim adamlarından biridir. Kanın besin taşıyan bir sıvı olduğunu, idrar tahliliyle şeker hastalığının anlaşılabileceğini ilk söyleyen, hepatit hastalığını, şarbonu, hastalıkların gözle görülmeyecek denli küçük mikroplardan kaynaklandığını ilk tespit eden kişi odur. Tıbbın babası unvanı verilmiş ve kitapları yüzyıllar boyu üniversitelerde ders olarak okutulmuştur. En önemli iki eseri tıp kanunu ve şifa kitabı adlı eserleridir. İsfahan’da rahatsızlandı. Mallarını yoksullara dağıtıp, vaktini ibadetle geçirdi. 1037 yılında 57 yaşında vefat etti.

[3] İbn-i Rüşd, 1126 yılında Kurtuba’da (şimdiki Cordoba) doğdu. İmam Malik’in el-Muvattâ adlı hadis kitabını ezberledi. Hadis, fıkıh, matematik ve tıp dersleri aldı. 1153 yılında Marakeş’e gitti. Burada astronomi alanına yöneldi.  1169 yılında İşbiliye kadılığına tayin edildi. Hükümdarın talebiyle Aristo’nun eserlerini tercüme etti. Bu nedenle İslam aleminde Şârih Avrupalılar tarafından Commander” denildi. Aristo’nun mantık alanında yazdığı külliyata şerhler yazdı. Aynı zamanda kendisi de bu alanda eserler verdi. 1171’de Kurtuba baş kadısı oldu. 1198 yılında Marakeş’te vefat etti.

[4] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 312-315


Yorum Yap

Yorumlar