Soru

19. Mektub (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi) Şerh ve İzahı-13

19. Mektub’un Yedinci Nükteli İşareti’ndeki “Bereketle Alakalı Mucizeleri” cümle cümle izah eder misiniz?

Tarih: 20.06.2025 17:58:18

Cevap

Berekete dâir mu‘cizât-ı kat‘iyenin birinci misâli:

Yemeklerin bereketine dair gerçekleştiği kesin olan mucizelerin birinci misali:

Başta Buhârî ve Müslim Kütüb-ü Sitte-i Sahîha müttefikan haber veriyorlar ki: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Hazret-i Zeyneb ile tezevvücü velîmesinde,

Başta İmam Buhârî’nin ve İmam Müslim’in (kitapları olmak üzere) altı sıhhatli hadîs kitabı ittifakla (bu olayı) haber veriyorlar ki, Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin Hz. Zeynep[1] ile evlilik yemeğinde,

Hazret-i Enes’in vâlidesi Ümm-ü Süleym, bir-iki avuç hurmâ yağ ile kavurarak bir kaba koyup, Hazret-i Enes’le Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a gönderdi.

Hz. Enes (b. Malik’in) annesi Ümmü Süleym[2], birkaç avuç hurmayı yağ ile kavurarak uygun bir kaba koyup, Hz. Enes ile Peygamberimiz (asm)’a gönderdi.

Enes’e ferman etti ki: “Filan filanı çağır. Hem kime tesâdüf etsen da‘vet et.” Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üç yüz kadar Sahâbe gelip, Suffe ve Hücre-i Saâdet’i doldurdular.

Peygamber Efendimiz (asm) Enes (b. Malik)’e, “Filan filanı çağır. Hem (ismini verdiğim bu kişileri çağırırken ehl-i İslam’dan) kime rastlarsan onları da (düğün yemeğine) davet et” diye buyurdu. Hz. Enes de kime rastladıysa çağırdı. Yaklaşık üç yüz kadar sahâbe geldiler. Suffa[3] ile Hücre-i saâdet’i[4] doldurdular.

Ferman etti: تَحَلَّقُوا عَشَرَةً عَشَرَةً Yani “Onar onar halka olunuz.” Sonra mübârek elini o az taâm üzerine koydu. Duâ etti. “Buyurun” dedi. Bütün o üç yüz adam yediler. Tok olup kalktılar.

Peygamber Efendimiz (asm) gelen sahâbelere, “Onar onar halka olunuz” diye buyurdu. Sonra mübarek elini o azıcık yemeğin üzerine koyup dua etti. Ardından sahâbelere “Buyurun!” dedi. Üç yüz sahâbenin tamamı o azıcık yemekten yediler. Doymuş olarak kalktılar.

Enes’e ferman etmiş: “Kaldır.” Enes demiş ki: “Bilmedim, taâm kabını koyduğum vakit mi taâm çoktu, yoksa kaldırdığım vakit mi çoktu, fark edemedim.”

Ardından Peygamber Efendimiz (asm) Hz. Enes’e “(yemeği) kaldır” diye emretmiş. Hz. Enes, “Bilemedim, yemek; kabını sofraya ilk koyduğum zaman mı daha çoktu, yoksa yemek yendikten sonra kaldırdığım zaman mı daha çoktu, ayırt edemedim” demiş.

İkinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin ikinci misali:

Mihmândâr-ı Nebevî Ebû Eyyûbe’l-Ensarî hânesine teşrîf-i Nebevî hengâmında

Efendimizin (Medine’ye hicretinde evinde konuk eden) mihmandarı[5] Ebu Eyyûb el-Ensarî[6] evinin Efendimiz (asm) tarafından şereflendiği zaman,

Ebû Eyyûb der ki: “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebû Bekri's-Sıddîk’a kâfî gelecek iki kişilik yemek yaptım.”

Ebu Eyyûb el-Ensarî diyor ki, “Resul-i Ekrem (asm) ve Hz. Ebu Bekir es-Sıddık’a yetecek kadar (sadece) iki kişilik yemek yaptım.”

Ona ferman etti: اُدْعُ ثَلٰث۪ينَ مِنْ اَشْرَافِ الْاَنْصَارِ “Otuz adam geldiler, yediler. 

Peygamberimiz (asm), “Ensar’ın ileri gelenlerinden otuz kişiyi (yemeğe) çağır” diye buyurdu. (Gittim otuz kişi bulup evime yemeğe getirdim.) Otuz adam geldiler, yediler.

Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتّ۪ينَ Altmış daha da‘vet ettim. Geldiler, yediler.

Peygamber Efendimiz (asm) sonra tekrar emretti. “(Ensar’ın ileri gelenlerinden) 60 kişi daha çağır” buyurdu. (Gittim, Ensar’ın ileri gelenlerinden) 60 kişiyi daha yemeğe davet ettim. Onlar da geldiler ve yediler.

Sonra ferman etti: اُدْعُ سَبْع۪ينَ Yetmiş daha da‘vet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı.”

Sonra tekrar emretti. “(Ensar’ın ileri gelenlerinden) 70 kişiyi daha (yemeğe) davet et.” Yemeğe 70 kişi daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplardaki yemek (bu kadar kişi yediği halde) daha kaldı.

Bütün gelenler o mu‘cize karşısında İslâmiyet’e girip bîat ettiler. O iki kişilik taâmdan yüz seksen adam yediler.

Gelip bu mübarek yemekten yiyenlerin tamamı gerçekleşen bu bereket mucizesi karşısında İslamiyet’e girip (Efendimize) biat ettiler. Sadece iki kişiye yetecek miktarda olan yemekten 180 adam yediler.[7]

(30+60+70=160 kişi eder. Rivayette 180 kişi denildiğine göre kuvvetle muhtemel 20 kişi de davetsiz olarak ya da ayrıca bir davetle yemeğe katılmış olmalıdır.)

Üçüncü Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin üçüncü misali:

Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb ve Ebû Hüreyre ve Seleme İbni’l-Ekva‘ ve Ebû Amrati’l-Ensârî gibi müteaddid tarîklerle diyorlar ki:

Hz. Ömer İbn-i Hattab, Ebu Hüreyre, Seleme İbn-i Ekvâ[8] Ebu Amrati’l Ensarî[9] gibi sahâbelerden birçok rivayet kanalından nakledildiğine göre onlar diyorlar ki:

Bir gazvede ordu aç kaldı. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mürâcaat ettiler.

Bir gazada (İslam) ordusu aç(lıkla yüz yüze) kaldı. (Bunun üzerine) Resul-i Ekrem (asm)’a müracaat ettiler.

Ferman etti ki: “Heybelerinizde kalan bakiye-i erzâkı toplayınız.” Herkes azar birer parça hurmâ getirdi. En çok getiren dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular.

Peygamber Efendimiz (asm) onlara, “Heybelerinizde kalan erzakları bir araya toplayınız” diye buyurdu. (Bunun üzerine) herkes azar bezer birer parça hurma getirdiler. En çok getiren dört avuç miktarı getirdi. Getirilen bu erzakı bir kilimin üzerine koydular.

Seleme der ki: “Mecmûunu ben tahmîn ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı.”

Seleme İbn-i Ekvâ der ki, “Toplamını ben tahmin ettim. Erzakların toplamı oturmuş bir keçi(nin kapladığı alan) kadar ancak vardı.”

Sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle duâ edip ferman etti: “Herkes kabını getirsin.” Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular.

(Erzakın tamamı getirildikten) sonra Resul-i Ekrem (asm) (getirilen bu erzaklara) bereketle dua etti. “Herkes kabını getirsin” diye emretti. Koştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı. Hepsini (erzak ile) doldurdular.

Hem fazla kaldı. Sahâbeden bir râvî demiş: “O bereketin gidişatından anladım, eğer ehl-i arz gelse idi, onlara dahi kâfî gelecekti.”

(Herkes kabını doldurduktan sonra) hem de fazla kaldı. Sahâbeden bu olayı aktaran biri, “O bereketin gidişatından anladım ki, (değil sadece bu ordu) yeryüzü ahalisinin tamamı da gelseydi. Onlara da yetecekti” demiş.

Dördüncü Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin dördüncü misali:

Başta Buhârî ve Müslim kütüb-ü sahîha beyân ediyorlar ki,

Başta İmam Buhârî’nin ve İmam Müslim’in (kitapları) olmak üzere sahih hadîs kitapları ifade ediyorlar ki,

Abdurrahmân ibn-i Ebû Bekri's-Sıddîk der:

Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın oğlu Abdurrahman şöyle der:

“Biz yüz otuz Sahâbe bir seferde Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber idik. Dört avuç mikdarı olan bir sâ‘ ekmek için hamur yapıldı.

“Biz, yüz otuz (130) sahâbe askeri bir seferde Resul-i Ekrem (asm) ile beraberdik. Dört avuç miktarına denk gelen bir sâ’, un ekmek yapmak için hamur yapıldı.

Bir keçi dahi kesildi, pişirildi. Yalnız ciğer ve böbrekleri kebâb yapıldı. Kasem ederim, o kebâbdan yüz otuz Sahâbeden her birisine bir parça kesti, verdi.

Bu hamurun yanında bir keçi de kesilip pişirildi. Kesilip pişirilen keçinin ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Yemin ederim, Peygamberimiz (asm) o (ciğer ve böbrekten yapılan) kebaptan yüz otuz (130) sahâbeden her birisine bir parça kesti, verdi.

Sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik. Fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.”

Ardından Resul-i Ekrem (asm) pişirilmiş olan keçinin etini iki kaba koydu. Biz (bu seferde buluna 130 sahâbenin) tamamı karnımız doyuncaya kadar yedik. Fazladan yemek kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.”

Beşinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin beşinci misali:

Kütüb-ü sahîha kat‘iyetle beyân ediyorlar ki:

Sahih hadîs kitapları doğruluğunda şüphe olmayacak şekilde beyan ediyorlar ki:

Gazve-i Garrâ-i Ahzâb’da, meşhur Yevmü’l-Hendek’de, Hazret-i Câbirü’l-Ensârî kasem ile i‘lân ediyor:

Parlak (bir zafer olan) Ahzab[10] (hizbler) savaşında, meşhur Hendek gününde, Hz. Cabir el-Ensarî[11] kasem (yemin)[12] ile ilan ve ifade ediyor ki;

“O günde dört avuç olan bir sâ‘ arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler. Ve öylece kaldı.”

“(Bereketle ilgili mucizelerinden birinin yaşandığı) o günde dört avuç miktarında olan bir sâ’ arpa ekmeğinden ve bir senelik bir keçi oğlağından bin adam(dan fazla kişi) yediler. (Yemek adetâ hiç eksilmeden) öylece kaldı.

Hazret-i Câbir der ki: “O gün yemek, hânemde pişirildi. Bütün bin adam o sa‘dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor. Daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübârek ağzının suyunu koyup bereketle duâ etmişti.”

Hz. Cabir der ki, “O gün yemek, evimde (eşim tarafından) pişirildi. Binden fazla sahâbenin tamamı o dört avuç miktarı undan yapılan arpa ekmeğinden ve bir yaşındaki oğlaktan yapılan yemekten yediler. Tok olarak gittiler. Bu kadar insan yemiş olmasına rağmen tenceremiz daha dolu olup kaynıyor ve hamurumuzdan ekmek yapılıyordu. Çünkü (Efendimiz (asm) o hamura ve o tencere(deki yemeğ)e mübarek ağzının suyunu koyup bereketi için dua etmişti.”

İşte şu mu‘cize-i bereketi, bin zâtın huzurunda, onları alâkadâr göstererek Hazret-i Câbir kasemle i‘lân ediyor. Demek şu hâdise, bin adam rivâyet etmiş gibi kat‘î denilebilir.

İşte şu bereket mucizesi, Hz. Cabir tarafından (en az) bin insanın huzurunda, onları birinci dereceden ilgili göstererek ve üstelik yemin ederek ilan ediliyor. Demek oluyor ki, bereketle ilgili bu mucize, bin adamın (huzurunda gerçekleştiği için) her biri ayrı ayrı rivayet etmiş kadar kesindir, denilebilir.

Altıncı Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin altıncı misali:

Nakl-i sahîh-i kat‘î ile, Hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes’in amcası, meşhur Ebû Talha der ki:

Doğruluğunda şüphe olmaksızın sıhhatli olarak nakledildiğine göre, Efendimizin hizmetkârı Hz. Enes b. Malik’in amcası olan ve Ebu Talha ismiyle tanınan sahâbe der ki:

“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yetmiş-seksen adamı, Enes’in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi.

“Resul-i Ekrem (asm) yetmiş seksen adamı, (o zaman çocuk yaşta olan) Enes’in koltuğu altında getirdiği azıcık arpa ekmeğinden doyuncaya dek yedirdi.

‘O az ekmekleri parça parça ediniz’ emretti. Ve bereketle duâ etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler. Tok olarak gittiler.”

(Efendimiz (asm) “O azıcık ekmeği “parça parça ediniz” diye emretti.” (Parçalara bölünmüş olan ekmeklere) bereketle dua etti. Yemeğin yenileceği mekân dar olduğundan onar (kişilik gruplar halinde sırayla) gelip yediler. (O yetmiş seksen kişinin) Hepsi tok olarak gittiler.

Yedinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin yedinci misali:

Nakl-i sahîh-i kat‘î ile Şifâ-yı Şerîf ve Müslim gibi kütüb-ü sahîha beyân ederler ki:

Doğruluğunda şüphe olmaksızın Şifa-yı Şerif[13] (Sahih-i) Müslim gibi sahih kitaplarda sıhhatli ve kesin olarak nakledildiğine göre,

Hazret-i Câbirü’l-Ensârî diyor: Bir zât Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan ıyâli için taâm istedi. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam ıyâli ile ve misafirleriyle o arpadan yediler.

Hz. Cabir el-Ensarî şöyle diyor: Birisi Resul-i Ekrem (asm)’dan aile fertleri için gıda yardımı istedi. Resul-i Ekrem (asm) ona yarım yük (bir çuvalın yarısı kadar) arpa verdi. O adam ailesi ve misafirleriyle birlikte uzun zaman o azıcık arpadan yediler.

Bakıyorlar, bitmiyor. Noksâniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı. Noksân olmaya başladı. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a geldi. Vak‘ayı beyân etti.

(Adam ve ailesi) bakıyorlar (Efendimizin verdiği o azıcık arpa) bitmiyor. Ne kadar eksildiğini anlamak için ölçtüler. (Onlar arpayı ölçtükten) sonra bereket de kalktı. Eksilmeye başladı. (Adam) Resul-i Ekrem (asm)’a gelip, olan biteni anlattı.

Ona cevâben ferman etti: لَوْ لَمْ تَكِلْهُ لَاَكَلْتُمْ مِنْهُ وَلَقَامَ بِكُمْ Yani “Eğer kile ile tecrübe etmese idiniz, hayatınızca size yeterdi.”

Efendimiz (asm) ona cevaben, “Eğer kile[14] ile (ne miktar kalmış olduğunu) ölçüp tecrübe etmeseydiniz, hayatınız boyu size yeterdi” buyurmuş.

Sekizinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin sekizinci misali:

Tirmizî ve Nesâî ve Beyhakî ve Şifâ-yı Şerîf gibi kütüb-ü sahîha beyân ediyorlar ki, Hazret-i Semure ibn-i Cündüb der:

 (Sünen-i) Tirmizî ve (Sünen-i) Neseî ve (Delâil-i) Beyhakî ve Şifa-yı Şerif gibi sahih hadîs kitapları beyan ediyor ki; (Sahâbeden) Hz. Semure İbn-i Cündeb[15] şöyle der:

“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a bir kâse et geldi. Sabahtan akşama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler.”

“Resul-i Ekrem (asm)’a bir kâse (içinde) et (yemeği) geldi. Sabahtan akşama kadar kafileler halinde insanlar geldiler, yediler.”

İşte mukaddimede beyân ettiğimiz sırra binâen şu vâkıa-i bereket, yalnız Semure’nin rivâyeti değil. Belki Semure, o yemeği yiyen cemâatlerin mümessili gibi, onların nâmına ve tasdîklerine binâen i‘lân ediyor.

İşte giriş kısmında açıkladığımız sırra binaen bereketle ilgili bir mucize olan şu bereket hadisesi, yalnız Hz. Semure’nin rivayeti değildir. Aslında Semure o yemeği yiyen o kadar insanın temsilcisi gibi onlar adına ve o yemekten yiyenlerin tasdik etmelerine dayanarak hadiseyi ilan ediyor.

Dokuzuncu Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin dokuzuncu misali:

Şifâ-yı Şerîf sâhibi ve meşhur İbn-i Ebî Şeybe ve Taberânî gibi mevsûk ve sahîh muhakkikler rivâyetiyle,

Şifa-yı Şerif sahibi ve ilim çevrelerince çok iyi tanınan İbn-i Ebu Şeybe[16] ve Taberânî[17] gibi mevsûk[18] ve hakikati en ince ayrıntısına kadar araştıran ve doğruluktan asla ayrılmayan imamların rivayetine göre,

Hazret-i Ebû Hüreyre der: “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: ‘Mescid-i Şerîf’in suffasını mesken ittihâz eden yüzden ziyâde fukarâ-yı muhâcirîni da‘vet et.’ Ben dahi onları aradım, topladım.

Hz. Ebu Hüreyre şöyle der: “Resul-i Ekrem (asm) bana, “Mescid-i Şerif’in Suffa kısmında ikamet eden ve sayıları yüzden fazla olan fakir muhacirleri[19] davet et diye emretti. Ben de onları aradım, bir araya topladım.

Umumumuza bir tabla taâm konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi, yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taâmda görünüyordu.”

Hepimiz için sadece bir tabak yemek konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik. Doyup kalktık. O kâsenin içindeki yemek miktarı yemekten önce ne kadar idiyse yüzden fazla kişi yedikten sonra da yine dolu olarak kaldı. Sadece yemeğin yüzünde parmakların izi görünüyordu.”

İşte Hazret-i Ebû Hüreyre, umum kâmilîn-i Ehl-i Suffa tasdîkine istinâden, onlar nâmına haber verir.

İşte Hz. Ebu Hüreyre, Suffa’nın yüksek kemâlât sahibi üyelerinin tasdiklerine dayanarak ve onların adına bu olayı haber veriyor.

Demek ma‘nen, umum Ehl-i Suffa rivâyet etmiş gibi kat‘îdir.

Demek oluyor ki, Ebu Hüreyre’nin bu rivayeti sanki Suffa ehlinin hepsi ayrı ayrı rivayet etmiş kadar kesindir.

Hem hiç mümkün müdür ki, o haber, hak ve doğru olmasa, o sâdık ve kâmil zâtlar sükût edip tekzîb etmesinler?

Hem de hiç imkânı var mıdır ki, bu veya benzeri haberler doğru olmasa, doğruluk üzere hayat süren yüksek kemâlât sahibi olan bu insanlar (Haşa! Yalan bir söz olsa ve onlar da böylesi bir yalana şahit olsalar) susmaları ve (böylesi bir yalana) itiraz etmemeleri mümkün müdür?

Onuncu Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin onuncu misali:

Nakl-i sahîh-i kat‘î ile Hazret-i İmâm-ı Alî der:

Doğruluğunda şüphe olmaksızın kesin ve sıhhatli olarak nakledildiğine göre Hz. Ali şöyle der:

“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Benî-Abdilmuttalib’i cem‘ etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi.

“Resul-i Ekrem (asm), Abdülmuttalip oğullarını topladı. Toplanan kişiler kırk kişiydiler. Onlardan bazıları (pişirilmiş) bir deve yavrusunu(n etini tek başına) yerdi. Üstüne de dört kıyye[20] süt içe(bili)rdi.

Halbuki umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı. Umum yeyip tok oldular. Yemek eskisi gibi kaldı. Sonra üç-dört adama ancak kâfî gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular. İçilmemiş gibi bâkî kaldı.”

Halbuki gelen o kırk adam için bir avuç miktarı kadar yemek yaptı. Gelenlerin hepsi o azıcık yemekten yiyip doydular. Yemek olduğu gibi (eksilmeksizin) kaldı. Daha sonra ağaçtan bir kap içinde üç ila dört kişiye ancak yetecek miktardaki sütü orada bulunanlara ikram etti. Hepsi sırayla içip doydular. Süt, sanki hiç içilmemiş gibi öylece kaldı.

İşte Hazret-i Alî’nin şecâati ve sadâkati kat‘iyetinde bir mu‘cize-i bereket!

İşte bereketle ilgili bu mucize, Hz. Ali’nin cesaret ve doğruluğu kadar gerçekliği kesindir.

On Birinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin on birinci misali:

Nakl-i sahîh ile, Hazret-i Alî ve Fâtımatü’z-Zehrâ velîmesinde,

Sıhhatli bir şekilde nakledildiğine göre, Hz. Ali’nin Hz. Fatımatü’z-Zehra ile evlilik yemeğinde,

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Bilâl-i Habeşî’ye emretti:“Dört-beş avuç un, ekmek yapılsın. Ve bir deve yavrusu kesilsin.”

Resul-i Ekrem (asm), Bilal-i Habeşi’ye, “Dört-beş avuç miktarı undan ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin” diye emretti.

Hazret-i Bilâl der: “Ben taâmı getirdim. Mübârek elini üstüne vurdu. Sonra tâife tâife Sahâbeler geldiler. Yediler, gittiler.

Hz. Bilal der ki, “Ben hazırlanmış olan yemeği getirdim. (Peygamber Efendimiz (asm), mübarek elini yemeğin üstüne vurdu. Sonra sahâbeler kafileler halinde geldiler. (Doyuncaya kadar) yediler, gittiler.

O yemekten bâkî kalan mikdara yine bereketle duâ etti. Bütün Ezvâc-ı Tâhirât’a, her birine birer kâse gönderildi. Emretti ki: ‘Hem yesinler hem yanlarına gelenlere yedirsinler.’”

Peygamber Efendimiz (asm) o yemekten geriye kalan kısmına bereketlenmesi için yine dua etti. Tertemiz hanımlarının her birine birer kâse yemek gönderildi. Efendimiz (asm), “Hem kendileri yesinler hem de yanlarına gelen misafirlerine yedirsinler” diye emretti.

Evet, böyle mübârek bir izdivâcda, elbette böyle bir bereket lâzımdır. Ve vukūu da kat‘îdir.

Evet, böylesine mübarek bir evlilikte elbette böylesi bir bereket gereklidir. Gerçekleşmiş olması da kesindir.

On İkinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin on ikinci misali:

Hazret-i İmâm-ı Ca‘fer-i Sâdık, pederleri İmâm-ı Muhammedü’l-Bâkır’dan, o da pederi İmâm-ı Zeynelâbidîn’den, o dahi İmâm-ı Alî’den nakleder ki:

Hz. İmam Cafer-i Sadık, babası İmam Muhammed Bakır’dan,[21] o da babası İmam Zeyne’l Abidin’den, o da dedesi Hz. Ali’den aktarıyor ki:

Fâtımatü’z-Zehrâ, yalnız ikisine kâfî gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali’yi gönderdi. Tâ Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrîf etti. Ve emretti ki, o yemekten her bir ezvâcına birer kâse gönderildi.

Hz. Fatıma, sadece ikisine yetecek miktarda yemek pişirdi. Ardından yemeği beraber yiyelim diyerek Hz. Ali’yi Peygamber (asm)’ı yemeğe davet etmesi için gönderdi. Efendimiz (asm) daveti kabul edip evlerini şereflendirdi. Efendimiz (asm) o iki kişilik yemekten her bir hanımına birer kâse gönderilmesini emretti. Emri üzerine her bir eşine birer kâse yemek gönderildi.

Sonra kendine hem Ali’ye, hem Fâtıma ve evlâdlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fâtıma der: “Tenceremizi kaldırdık. Daha dolu olup taşıyordu. Meşîet-i İlâhiye ile hayli zaman o yemekten yedik.”

Sonra Efendimiz (asm) kendisine, Hz. Ali’ye, Hz. Fatıma’ya ve evlatlarına birer kâse verildi. Hz. Fatıma, “Tenceremizi ocaktan kaldırdık. Daha hala tencerenin içi yemekle dolup taşıyordu. Allah’ın dilemesiyle o yemekten hayli zaman yedik” dedi.

Acaba ne için bu nûrânî yüksek silsile-i rivâyetten gelen şu mu‘cize-i berekete, gözün ile görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz.

(Ey bu mucizeleri işite insan!) Acaba bu kadar nuranî ve yüksek bir silsile tarafından rivayet edilerek bizlere kadar gelen şu bereketle ilgili mucizeye; gözünle görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, (bu kadar mübarek bir silsilede gerçekleşmiş olan böylesi bir mucizeye) karşı şeytan bile (inanmamak noktasında) bir bahane bulamaz.

On Üçüncü Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin on üçüncü misali:

Ebû Davud ve Ahmed ibn-i Hanbel ve İmâm-ı Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeynü’l-Ahmes ibn-i Saîdi’l-Müzenî’den,

Ebû Davud,[22] ve Ahmed İbn-i Hanbel[23] ve İmam Beyhakî[24] gibi doğrulukta nam salmış olan hadîs imamları, Dukeynu’l Ahmes İbn-i Said el-Müzenî’den[25],

hem altı kardeş ile beraber sohbete müşerref ve Sahâbelerden olan Nu‘mân'- ibn-i Mukarrini’l-Ahmesiyyi’l-Müzenî’den,

Hem altı kardeşiyle birlikte Efendimizle (asm) sohbet etme şerefine kavuşan ve sahâbe olan Numan İbn-i Mukarrin[26] el-Ahmesi el-Müzenî’den,

hem Cerir’den naklederek, müteaddid tarîkler ile Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb’dan naklediyorlar ki,

Hem Cerîr İbn-i Abdullah’tan[27] naklederek, birçok ayrı rivayet yolundan Hz. Ömer İbn-i Hattab’tan aktarıyorlar ki;

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Ömer’e emretti: “Ahmesî Kabîlesi’nden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zâd ve zahîre ver.”

Resul-i Ekrem (asm) Hz. Ömer’e, “Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için yol azığı ver” diye emretti.

Hazret-i Ömer dedi: “Yâ Resûlallah! Mevcûd zahîre birkaç sa‘dır. Kümesi oturmuş bir deve yavrusu kadardır.” Ferman etti: “Git, ver.” O da gitti. Yarım yük hurmâdan, dört yüz süvâriye kifâyet derecesinde zâd ve zahîre verdi. Ve dedi: “Hiç noksân olmamış gibi, eski hâlinde kaldı.”

Hz. Ömer, “Ya Resulallah! Elimizde bulunan zahirenin bütünü birkaç sâ’(bir sâ, dört avuç miktarı)dır. Hepsinin toplamı oturmuş bir deve yavrusu(nun kapladığı alan) kadardır” dedi. Efendimiz (asm), “Git, ver” diye emretti. Hz. Ömer (beytü’l mâle) gitti. Yarım yük hurmadan, dört yüz süvarinin tamamına yetecek kadar yol azığı verdi. Ardından Hz. Ömer, “(O hurmalar) hiç eksilmemiş gibi eski miktarı kadar kaldı.

İşte şu mu‘cize-i bereket, dört yüz adamla ve bâhusus Hazret-i Ömer ile münâsebetdâr bir sûrette vukūa gelmiştir. Rivâyetlerin arkasında bunlar var.

İşte bereketle ilgili bu mucize, (Ahmesî kabilesine mensup) dört yüz adamla ve özellikle de Hz. Ömer ile ilgili olarak meydana gelmiştir. Anlatılan bu hadisenin arkasında bu insanların kabulü vardır.

Bunların sükûtu, tasdîktir. “İki-üç haber-i vâhid” deyip geçme! Böyle hâdiseler haber-i vâhid dahi olsa, tevâtür-ü ma‘nevî hükmünde kanâat verir.

Bu insanların bu konuda susması (ve itiraz etmemeleri anlatılan hadiseyi) tasdik etmek, onaylamaktır. Dolayısıyla iki üç (rivayet kanalından gelen) haber-i vahid[28] deyip geçme! (Önemsemezlik yapma!) Bu türden bereketle ilgili mucizeler (farz-ı muhal) haber-i vahid de olsalar, manevî tevatür derecesindedir. Kesin olduğuna kanaat verir.

On Dördüncü Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin on dördüncü misali:

Başta Buhârî ve Müslim kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki:

Başta (sahih-i) Buhârî ve (sahih-i) Müslim olmak üzere sahih hadîs kitapları haber veriyorlar ki:

Hazret-i Câbir’in pederi vefat eder. Borcu çok, ziyâde medyûn; borç sâhibleri de Yahûdîler. Câbir, pederinin asıl malını guremâya verdi. Kabul etmediler. Halbuki bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfî gelmeyecek.

Hz. Cabir’in babası vefat eder. Ardında oldukça çok miktarda borç bırakır. Alacaklı olanlar da Yahudilerdir. Hz. Cabir, babasının bütün malını alacaklılara verdi fakat kabul etmediler. Çünkü bağındaki meyveleri yıllar boyu alacaklılara verseler bile borcuna yetmeyecekti.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: “Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz.” Öyle yaptılar. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi. Duâ etti.

(Hz. Cabir, hadiseyi Peygamber Efendimize intikal ettirince) Resul-i Ekrem (asm), “Bağın meyvelerini koparıp harman ediniz” diye emretti. Öyle yaptılar. Resul-i Ekrem (asm) harman içinde gezdi. (Bereketlenmesi için) dua etti.

Sonra Câbir, harmandan pederinin bütün guremâsının borçlarını verdikten sonra, yine bir senede bağdan gelen mahsûlât kadar harmanda kaldı.

Ardından Hz. Cabir, o meyve harmanından babasının bütün borçlarını ödedi. Bu borçlar ödendikten sonra harmanda geriye yine bağdan bir yılda hasat edilen mahsul kadar hurma kaldı.

Bir rivâyette bütün guremâya verdiği kadar kaldı. O hâdiseden, borç sâhibleri olan Yahûdîler, çok taaccüb edip hayrette kaldılar.

Diğer bir rivayette bütün alacaklılara verdiği kadar hurma kaldı. O hâdise sebebiyle Hz. Cabir’in babasından alacaklı olan Yahudiler çok hayrette kaldılar.

İşte şu mu‘cize-i bâhire-i bereket, yalnız Hazret-i Câbir gibi birkaç râvîlerin haberi değil. Belki ma‘nevî tevâtür hükmünde o hâdise ile münâsebetdâr hadd-i tevâtür derecesinde çok adamları temsîl ederek rivâyet etmişler.

İşte şu bereketle ilgili apaçık mucize, yalnız Hz. Cabir gibi birkaç rivayetçinin haberi değildir. Belki, manevî tevatür derecesindedir. Dolayısıyla bu hadise ile alakası olan tevatür sınırının derecesinde çok insanları temsil ederek aktarmışlar.

On Beşinci Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin on beşinci misali:

Başta Tirmizî ve İmâm-ı Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebû Hüreyre’den nakl-i sahîh ile haber veriyorlar ki:

Başta imam Tirmizî ve İmam Beyhakî gibi muhakkik(hakikati en ince ayrıntısına kadar araştıran âlim)ler, Hz. Ebu Hüreyre’den sıhhatli bir şekilde haber veriyorlar ki:

Ebû Hüreyre demiş ki: “Bir gazvede -ve başka bir rivâyette Gazve-i Tebûk’de- ordu aç kaldı.

Ebu Hüreyre şöyle demiş: “Bir gazve(askeri sefer)de -başka bir rivayette Tebük Gazvesinde- ordu aç(lıkla yüz yüze) kaldı.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:هَلْ مِنْ شَيْءٍ Bir şey var mı?’ diye emretti. Ben dedim: ‘Heybede bir parça hurmâ var.’ -Bir rivâyette on beş tane imiş.- Dedi: ‘Getir.’ Getirdim. Mübârek elini soktu. Bir kabza çıkardı. Bir kaba bıraktı. Bereketle duâ buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı. Umumen yediler.

Resul-i Ekrem (asm) buyurdu ki: “Bir şey var mı?” diye emretti. Ben, “Heybede bir parça hurma var” dedim. -başka bir rivayette kalan hurma 15 dane imiş.- Efendimiz (asm) “Getir” dedi. Getirdim. Mübarek elini (hurma kabının içine) soktu. Bir avuç çıkardı. Bir kabın içine bıraktı. Bereketlenmesi için dua buyurdular. Sonra onar onar askerleri yemeğe çağırdı. Bütün askerler (bu azıcık hurmadan) yediler.

Sonra ferman etti: خُذْ مَا جِئْتَ بِه۪ وَاقْبِضْ عَلَيْهِ وَلَا تَكُبَّهُ Ben aldım. Elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti.

Daha sonra Peygamber Efendimiz (asm) “Getirdiğin şeyi al ve onu avuçla fakat boşaltma” diye buyurdu. Ben aldım. Elimi heybenin içine soktum. Askerlere dağıtmadan önce getirdiğim kadar içinde hurma vardı.

Sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatında, Ebû Bekir ve Ömer ve Osman hayatında o hurmâlardan yedim.”

Sonra Resul-i Ekrem (asm), Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hayatları boyunca o (heybedeki) hurmalardan yedim.”

Başka bir tarîkte rivâyet edilmiş ki: “O hurmâlardan kaç yük fîsebilillâh sarf ettim.” Sonra Hazret-i Osmân’ın katlinde o hurmâ, kabı ile nehb ve gāret edildi, gitti.

Başka bir rivayette şöyle aktarılmış: “O hurmalardan kaç yük (gelecek miktarı) sırf Allah rızası için harcadım.” Hz. Osman’ın katledildiği hadiselerde o hurmalar kabıyla beraber çapulcular tarafından yağmalandı. Elimden gitti.

İşte Hâce-i Kâinât olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kudsî medresesi ve tekkesi olan Suffa’nın demirbaş bir mühim talebesi ve mürîdi ve kuvve-i hâfızanın ziyâdesi için duâ-yı Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebû Hüreyre,

İşte kâinatın[29] hocası olan ve âlemin kendisiyle iftihar edip övündüğü zat olan Hz. Muhammed asm)’ın mukaddes medresesi olan Suffâ’nın demirbaş önemli bir talebesi ve bir çeşit tekkesi olan Suffâ’nın baş müritlerinden birisi, (aynı zamanda) hafıza kuvveti için peygamber duasına mazhar olan Hz. Ebu Hüreyre,

Gazve-i Tebûk gibi bir mecma‘-ı nâsda vukūunu haber verdiği şu mu‘cize-i bereket, ma‘nen bir ordu sözü kadar kat‘î ve kuvvetli olmak gerektir.

Tebük seferi gibi birçok insanın toplanmış olduğu bir ortamda haber verdiği şu bereketle ilgili mucize, manevî olarak adetâ bir ordu söylemiş kadar bu rivayetin kesin ve kuvvetli olduğunu bilmek gerekir.

On Altıncı Misâl:

Bereketle ilgili mucizelerin on altıncı misali:

Başta Buhârî kütüb-ü sahîha nakl-i kat‘î ile beyân ediyorlar ki:

Başta imam Buhârî’nin (camiü’s-Sahîh’i) olmak üzere sahih hadîs kitapları kesin olarak nakil ve beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Ebû Hüreyre aç olmuş. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın arkasından gidip menzil-i saâdete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş.

Hz. Ebu Hüreyre aç kalmış.[30] (Bu durumu fark eden) Resul-i Ekrem (asm)’ın (daveti üzerine) arkasından gidip Efendimizin mübarek (o gün sırası gelen eşinin) evine gitmişler. Bakarlar ki, hediye olarak bir kap süt gönderilmiş.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: “Ehl-i Suffa’yı çağır.” Ben kalbimde dedim ki: “Bu sütün bütününü ben içebilirim. Ben daha ziyâde muhtacım. Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecâviz idiler.”

Resul-i Ekrem (asm) (Ebu Hüreyre’ye) emretti ki: (Git) “Suffa ehlini (de yemeğe) çağır.” Ben kalbimden, “bu sütün tamamını tek başıma ben içebilirim. (Çok aç olduğum için) bu süte ben daha fazla muhtacım” dedim. Fakat peygamber emri olduğu için onları toplayıp getirdim. (Gelen Suffa ehli) yüzü geçkin idiler.”

Ferman etti: “Onlara içir.” Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Her birisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffa o sâfî sütten içtiler.

Efendimiz (asm) Ebu Hüreyre’ye, “Onlara içir” diye emretti. Ben de o kaptaki sütü sırayla birer birer gelenlere verdim. Her birisi doyuncaya kadar içer, sonra diğerine verirdim. Böyle birer birer içirerek bütün Suffa ehli olan fakir sahâbeler o sâfî sütten içtiler.

Sonra ferman etti ki: بَقَيْتُ اَنَا وَاَنْتَ فَاشْرَبْ Ben içtim. İçtikçe, “İç” ferman eder. Tâ ben dedim: “Seni hak ile irsâl eden Zât-ı Zülcelâl’e kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim.”

Efendimiz (asm) sonra şöyle buyurdu: “Geriye senle ben kaldık. İç!” dedi. Ben içtim. İçtikçe, iç! buyururdu. Ta ki, ben Peygamber Efendimize; “Seni hak din ile gönderen ve Celal sahibi olan Allah’a yemin ederim, (karnımda) yer kalmadı ki, içeyim” dedim.

Sonra kendisi aldı. بسم اللّٰه deyip hamdederek bakiyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun!

En son Peygamber Efendimizin kendisi aldı. Bismillah deyip hamd ederek sütün geri kalanını içti. Yüz bin kere afiyet olsun.

İşte şu sâfî, hâlis süt gibi latîf, şübhesiz mu‘cize-i bâhire-i bereket, beş yüz bin hadîsi hıfzına alan Hazret-i Buhârî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahîha ile nakilleri, gözle görmek kadar kat‘î olmakla beraber,

İşte şu sâfî, hâlis süt gibi latif, şirin, şüphesiz olan apaçık bereket mucizesi, beş yüz bin hadîsi ezberine alan Hz. İmam Buhârî başta olarak, sahih, hadîs kitapları tarafından nakledilmiş olmaları, sanki insanın gözle görmesi kadar kesin olmakla beraber,

medrese-i kudsiye-i Ahmediye (asm) olan Suffa’nın nâmdâr, sâdık, hâfız bir şâkirdi olan Ebû Hüreyre’nin, umum Ehl-i Suffa’yı ma‘nen işhâd ederek, âdetâ umumunu temsîl edip şu ihbârı, tevâtür derecesinde kat‘î telakkî etmeyenin, ya kalbi bozuk veya aklı yok.

Efendimizin kutsi bir medresesi olan Suffâ’nın namlı, dosdoğru sözlü, hafız[31] bir talebesi olan Ebu Hüreyre’nin, bütün Suffa ehlini manevî olarak şahit tutarak, adetâ bütün Suffa ehlini temsil ederek verdiği şu haberi tevatür derecesinde kesin olarak kabul etmeyenin; ya aklı yoktur veya kalbi bozuktur.

Acaba Hazret-i Ebû Hüreyre gibi sâdık ve bütün hayatını hadîse ve dine vakfeden

Acaba Hz. Ebu Hüreyre gibi Müslüman olduktan sonraki bütün hayatını ilme ve dine vakfeden ve doğru sözlü olan,

وَمَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsini işiten ve nakleden,

Üstelik Efendimizin (asm), “Bilerek benim yerimde yalan söyleyen ateşteki yerini hazırlasın” hadîsini işiten ve (birbirine bu tehdit hadîsini) nakleden (bir sahâbe),

hiç mümkün müdür ki, hıfzındaki ehâdîs-i Nebeviyenin kıymetini ve sıhhatini şübheye düşürüp Ehl-i Suffa’nın tekzîbine hedef edecek muhâlif bir söz ve asılsız bir vak‘a söylesin? Hâşâ!

Hiç mümkün müdür ki, hafızasında bulunan hadîs-i şeriflerin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürecek ve Suffa ehli olan (ve her biri birer allâme olan sahâbelerin) kendisini yalanlamasına uğrayacak gerçek dışı bir söz veya asılsız bir hadiseyi (varmış gibi) söyleyebilsin? Haşa!

Yâ Rab! Şu Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bereketi hürmetine, bize ihsân ettiğin maddî ve ma‘nevî rızkımıza bereket ihsân et!

Ya Rab! Böyle harika bereketli mucizeler gösteren Resul-i Ekrem (asm)’ın hürmetine, bize ihsan ettiğin maddi ve manevî rızıklarımıza (da öylece) bereketler ihsan et!

Bir nükte-i mühimme:

Önemli bir nükte:[32]

Ma‘lûmdur ki, zayıf şeyler ictimâ‘ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.

Malumdur ki, zayıf şeyler toplandıkça kuvvet kazanır. İncecik ipler topak yapılsa kuvvetli bir halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse (o halatı) koparamaz.

İşte on beş envâ‘-ı mu‘cizâttan yalnız bereket kısmındaki mu‘cizâtın ve o kısmın on beş kısmından ancak bir kısmını on beş misâl ile gösterdik.

İşte mucizelerin on beş (15) çeşidinden yalnızca bereket konusundaki mucizelerin ve o kısmın da on beş kısmından sadece bir kısmını on beş misal ile gösterdik.

Her bir misâl, tek başıyla nübüvveti isbat eder bir derecede kuvvetli idi.

Buradaki bereketle ilgili mucizelerin her biri, tek başıyla Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğini ispat edecek kadar kuvvetliydi.

Farz-ı muhâl olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da, yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünkü kavî ile ittifâk eden kavîleşir.

Farz edelim ki, bereketle ilgili bu mucizelerin bazılarının (hadîs ilmindeki sıhhat ölçülerine göre) kuvvetsiz olarak kabul etsek de yine onlara zayıf diyemeyiz. Çünkü kuvvetli olanla ittifak eden kuvvet kazanır.

Hem şu on beş misâlin ictimâı, kat‘î, şübhesiz bir tevâtür-ü ma‘nevî ile kuvvetli bir mu‘cize-i kübrâyı gösterir.

Hem de bereketle ilgili mucizelerin şu on beş misalin bir araya gelmesi, gerçekleştiğinde şüphe olmayacak kadar kesin olan ve manevî tevatür derecesinde bulunan kuvvetli büyük bir mucizeyi gösterir.

Şimdi şu mecmû‘daki mu‘cize-i kübrâyı, bereket mu‘cizelerinden zikredilmemiş olan on dört kısm-ı âhara mezc edilse, kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparması mümkün olmayan bir mu‘cize-i ekber içinde görünüyor.

Şimdi bütün bu bereketle ilgili mucizelerin toplamında görünen büyük mucizeyi, bereketle ilgili 15 kısım mucizenin burada zikredilmemiş olan diğer on dört kısmıyla birleştirilse; tıpkı kuvvetli halatları topak yaptığımızda kopmaz ve koparılamaz bir sağlamlık kazandığı gibi, bu bereketle ilgili mucizelerin tamamı bir arada düşünülse; inkâr edilemez, yok sayılamaz ve hafife alınamaz bir tarzda en büyük bir mucize o bütünün içinde görünüyor.

Sonra şu mu‘cize-i ekberi, sâir on dört nevi‘ mu‘cizâtın mecmûuna ilâve et, gör ki, ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kat‘î bir burhân-ı nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) gösteriyor.

Sonra bereketle ilgili bütün mucizelerin bu en büyük halini diğer konularla ilgili olan on dört çeşit mucizenin toplamına (15. olarak) ilave et. Efendimizin (asm) peygamberliğini ispat noktasında gösterdiği bütün mucizelerinden ortaya çıkan hakikati gör ki; ne derece kuvvetli, sarsılmaz, inkâr edilemez kesinlikte bir peygamberlik delili olduğunu gösteriyor.

İşte nübüvvet-i Ahmediyenin (asm) direği, şu mecmû‘dan teşekkül eden dağ gibi kuvvetli bir direktir.

İşte Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğinin (ispat noktasındaki) direği, bütün mucizelerinin toplamından meydana gelen dağlar kadar kuvvetli (yani yerinden söküp atılamaz, varlığı inkâr edilemez, görmezden gelinemez derecede) kuvvetli bir direktir.

Şimdi cüz’iyâtta ve misâllerde sû’-i fehimden gelen şübhelerle, o metîn sakf-ı muallâyı sebatsız ve kābil-i sukūt görmek, ne derecede akılsızlık olduğunu anladın.

Şimdi şu bütünün parçalarında ve bereketle ilgili mucizelerin misallerde kötü anlayıştan kaynaklanan şüphelerle, o sağlam, yüksek mertebesindeki insana (haşa!) dediği hakikatlerde sebatsız veya düşük davranışları yapabilir gibi görmek (haşa!) ne derece akılsızlık olduğunu bu delillerden anladın.

Evet, berekete dâir o mu‘cizeler gösteriyorlar ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili me’murudur. Pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor.

Evet, bereketle ilgili bu mucizeler gösteriyor ki, Muhammed-i Arabî[33] (asm), rızıkları yaratan ve rızka muhtaç bütün varlıklara vaktince veren Rahim olan (son derece şefkatli ve merhametli olan), Kerîm olan (ikram etmeyi pek çok seven ve çok ikram eden) bir zâtın vazife verdiği en sevgili bir görevlisidir. (Rabbine karşı) Pek hürmetli bir kuludur ki, rızkın her çeşidinde alışılmışın dışında, normal kanunlarının zıddına olarak, o sevgili kuluna hiçten, yoktan ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor.

Ma‘lûmdur ki, Cezîretü’l-Arab suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için ahâlisi, hususan bidâyet-i İslâmdaki Sahâbeler, dıyk-ı maîşete ma‘rûzdular. Hem susuzluğa çok def‘a giriftâr oluyorlardı.

Malumdur ki, Arap yarımadası suyu ve buna bağlı olarak ziraatı oldukça az bir yerdir. Onun için (Arabistan yarımadasının) ahalisi, özellikle de İslam’ın ilk zamanlarındaki sahâbeler geçim zorluğuna sıkça maruz kaldılar. Hem de susuzluğa birçok defa uğradılar.

İşte bu hikmete binâen, mu‘cizât-ı bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mühimleri, taâm ve su hususunda tezâhür etmiş.

İşte bu sebeplerden ötürü Efendimiz Hz. Muhammed (asm)’ın apaçık mucizelerinin en önemlileri yemek ve su konusunda gerçekleşmiş.

Bu hârikalar, da‘vâ-yı nübüvvete delil ve mu‘cize olmaktan ziyâde, ihtiyaca binâen Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a bir ikrâm-ı İlâhî, bir ihsân-ı Rabbânî, bir ziyâfet-i Rahmâniye hükmündedir.

Bu harika hadiseler, peygamberlik davasına delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaç anında gerçekleşen ve Resul-i Ekrem (asm)’a ilahi bir ikram, Rabbimizden bir ihsan ve Rahman olan Allah’ın peygamberine karşı bir ziyafeti hükmündedir.

Çünkü o mu‘cizâtı görenler, nübüvveti tasdîk etmişler. Fakat mu‘cize zuhûr ettikçe, îmân ziyâdeleşir. نُورٌ عَلٰي نُورٍ  olur.[34]

Çünkü bu mucizeleri görenler, Efendimizin peygamberliğini tasdik etmişler. Bununla beraber mucize gerçekleştikçe bu mucizeleri gören veya muhatap olanların imanları artar. “Nur üstüne nur” olur.


[1] Zeynep Bint Cahş, Medine’ye hicretinde Efendimiz (asm) onu azatlısı Zeyd ile evlendirdi. Azatlı köle Zeyd, asil bir aileye mensup olan Zeynep’le evliliğini sürdüremedi. İslam tarihinde sadece Hz. Zeynep’e mahsus olarak efendimizle nikahı göklerde kıyıldı. Yani ne efendimizin ve ne de Zeynep’in iradesine bırakılmaksızın Cenâb-ı Hak onun peygamber eşi olmasına ayetle (el-Ahzâb 33/37-38) karar verdi. Bu sebeple Hz. Zeynep, “Benim nikâhımı gökte Allah kıydı” diyerek Efendimizin diğer eşlerine karşı övünürdü (Buhârî, “Tevḥîd”, 22). 641 yılında 53 yaşında vefat etti. O kadar cömert idi ki, vefat ettiğinde ardında bir dirhem bile bırakmadı.

[2] Ümmü Süleym, Enes b. Malik’in annesidir. Seçkin hanım sahâbelerden biridir. Adı Rümeysa idi. Medineli Neccaroğulları boyuna mensup idi. Bu sebeple Efendimizin uzaktan akrabasıydı. Kocası Malik, Müslüman olmasına kızıp Medine’yi terk etti. Bir süre sonra bir düşmanı tarafından öldürüldü. Ebu Talha adında Medineli biri ona evlenme teklif etti. Müslüman olma şartıyla kabul etti. Adam Müslüman oldu. Bu evlilikten iki çocuğu oldu. Diğer kadınların Efendimize sormaya cesaret edemediği mahrem konuları rahatça sorardı. “Kadının ihtilam olduğunda erkekleri gibi banyo edip etmeyeceğini” sorması bu sorulardandır. Efendimiz bazan öğlen uykusu için onun evine giderdi. Efendimiz bir keresinde rüyasında onu cennette görmüştü. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.

[3] Suffa (veya Suffe), kelime anlamı ‘gölgelik’ demektir. Suffa ashabı, Peygamber Efendimiz (asm)’ın Medine’de yaptırdığı mescidin gölgelik kısmında barınan fakir, kimsesiz, sırf İslam’ı öğrenme gayretinde olan sahâbelerdir. Suffa, İslam’ın ilk yatılı, sürekli eğitim veren okulu, medresesidir. Buradan yetişen sahâbeler asırlara damga vuran allâmelere, diplomatlara dönüştü.  

[4] Hücre-i saâdet, hücre oda demektir. Efendimiz (asm), Medine’ye hicret ettiğinde evi yoktu. Mescidin doğu duvarına bitişik olarak eşleri için küçük birer oda inşa ettirdi. İşte bu odaların her birine oda anlamında hücre, Efendimize nispetle hücre-i saâdet denilir. Özelde Hz. Ayşe validemizin odası için kullanılır. 

[5] Mihmandar; mihman konuk, misafir demektir. Kelime sonundaki “dar” kelimesi yapan, eden demektir. Mihmandar, evinde ağırlayan, misafir eden anlamına gelir.

[6] Ebu Eyyûb el-Ensarî, efendimizin dayı oğulları olan Neccaroğulları boyundandır. İkinci akabe biati ve sonrasındaki bütün savaşlarda yer aldı. Vahiy katiplerindendi. Efendimiz hicretle Medine’ye geldiğinde yaklaşık yedi ay onun evinde misafir kaldı. Suriye, Filistin ve Mısır seferlerine katıldı. Hz. Ali, halifeliği sırasında Medine’den ayrılınca onu yerine vekil bırakırdı. Hz. Muaviye’nin hilafeti zamanında yapılan birinci İstanbul kuşatmasına katıldı. Hastalanarak burada vefat etti. Vasiyeti üzerine surlara en yakın yere kadar götürülüp defnedildi. İlerleyen zamanlarda kıtlık günlerinde Rumlar onun kabri başında yağmur için dua ettiklerinde yağmura kavuşurlardı. Günümüzde İstanbul ilinde Eyüp ilçesi onun adını taşır. Eyüp Sultan kabristanı onun kabr-i şerifinin etrafındadır. Burada adına bir camii bulunmaktadır. Fatihten sonraki Osmanlı Sultanları onun camiinde saltanat kılıcı kuşanırlardı.

[7] Bereketle ilgili böyle bir mucize o an için çok gerekliydi. Çünkü Efendimiz (asm) vatanından çıkmak zorunda kalmış ve bu şehre yeni gelmişti. İnsanlar yoğun şekilde onun tam olarak ne olduğunu tartışıp anlamaya çalıştıkları bir ortamda Allah’ın ona böylesi bir ikramı ne kadar da zarif düşmüş. Ne kadar da şirin bir ikram olmuş. O ilahî ikramdan yiyenler beraberinde hidayet şerbetini de içmiş.

[8] Seleme İbn-i Ekvâ, Medine yakınlarındaki Eslemoğulları kabilesine mensuptur. Yaşının küçüklüğü sebebiyle ilk olarak Hudeybiye anlaşmasında yer aldı. Ardından Hayber, Tebük, Gâbe, Mekke’nin fethi, Taif muhasarasında yer aldı. Efendimizin vefatından sonra kuzey Afrika’nın fetih faaliyetlerine katıldı. Daha sonra hadîs alanına ve ilmi çalışmalara yöneldi. 693 yılında Medine’de 80 yaşında vefat etti.

[9] Ebu Amrati’l Ensarî, Medine’nin iki büyük Arap kabilesinden Hazrec kabilesine mensuptur. Sıffîn savaşına Hz. Ali safında iştirak etmiş ve şehit olmuştur.

[10] Ahzab, hizbler savaşı. Hendek savaşına “Müslümanları yeryüzünden silmek için birleşen kabileler” anlamında Ahzab yani hizbler savaşı da denilmiştir. Kur’ân’ın 114 suresinden birinin adı Ahzab’dır.

[11] Cabir b. Abdullah, çocuk yaşta ikinci akabe biâtında babasıyla beraber Müslüman oldu. Yaşının küçüklüğü sebebiyle Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Diğer bütün savaşlarda ve günlük hayatta Efendimizin her daim yanı başında bulundu. Hadîs ilminde ‘muksirûn’ denilen “en çok hadîs rivayet eden” sahâbelerdendir. Medine’de ilim meclisi kuran seçkin sahâbeden biriydi. 94 yaşında iken Medine’de vefat etti. Medine’de en son vefat eden sahâbe odur. Dininde sağlamlığıyla tanınmıştır.

[12] Kasem, yemin demektir. Sahâbeler bir şey için yemin ettiyse hayatını o yemin ettiği şeye feda edebilir demektir.

[13] Şifa-yı Şerif, Endülüs’ün yüksek âlimlerinden Kadı İyâz tarafından 1140-41 yıllarında “müminlerin Efendimize olan sevgisini arttırmak, sünnetine daha fazla sarılmalarını sağlamak ve imanlarını kuvvetlendirmek amacıyla” telif ettiği ve eş-Şifa ismini verdiği kitabı. Dört bölümden meydana gelir. Birinci bölümünde Hz. Peygamber’in maddî ve manevi güzellikleri, Allah katındaki üstün mevkii ve mûcizeleri ele alınır. İkinci bölümde ona inanıp itaat etmenin, onu sevmenin ve salât ve selâm getirmenin gereği vurgulanır. Üçüncü bölümde Efendimizde bulunabilecek ve kesinlikle bulunmayacak hususlar izah edilir. Dördüncü bölümde Resulullah’a dil uzatanlara uygulanacak hükümler vardır. Hz. Üstadın sitayişle bahsettiği eserlerin başında gelir. Hatta siyer konusunda ayrıntılı malumat için kaynak gösterir.

[14] Kile, tahıl ölçmeye yarayan ve içine yaklaşık 25 kg alabilen çukur kaptır.

[15] Semure İbn-i Cündeb, 612 yılında doğdu. Babası küçük yaşta vefat etti bu sebeple 15 yaşına kadar bakımını üvey babası üstlendi. 15 yaşında iken Uhud harbine katılabilmek için güreş tutan çocuk sahâbe odur. Efendimizin ilim meclislerinde bulundu. Kendisine nispet edilen ve hadîsleri kaydettiği ‘es-Sahife’ adlı defteri ilk hadîs kaynaklarındandır. 680 yılında Basra’da vefat etti.

[16] İbn-i Ebu Şeybe, ‘el-Musannef’ adlı eseriyle tanınan hadîs hafızı, tarihçi ve tefsir âlimidir. Hicrî 159 (miladî 776) yılında Kûfe’de doğdu. Zamanın ilim merkezleri olan Kûfe, Bağdat, Basra, Rey, Hicaz bölgelerinde ilim tahsil etti. Başta Buhârî, Müslim, Ebû Davud gibi hadîs ilminin dahi imamları onun öğrencileri arasındadır. Hadîs otoritelerinde “sadûk ve sîkâ” olarak tanımlanır. Mutezile ve Cehmiye mezheplerinin görüşlerini reddetmek için 30 bin kişiyi aşan topluluklara dersler vermiştir. 849 yılında vefat etti.

[17] Taberânî, Mu’cem (hadîsi rivayet eden ravilerin alfabetik sırayla kaydedildiği hadîs eseri) adlı eserleriyle tanınan hadîs hafızı ve âlimidir. 873 yılında Akka’da doğdu. Erken yaşta ilim tahsili için Taberiye’ye gittiği için Taberânî olarak tanındı. Kudüs, Remle, Humus, Halep, Tarsus, Şam, Mısır, Yemen, Mekke, Medine, Bağdat, Basra, Kûfe ve İsfahan başta olmak üzere 25 yıl boyunca pek çok ilim merkezine seyahat etti. Hocalarının sayısı iki bini bulur. Talebeleri kendisinden 300 bin hadîs kaydetmişlerdir. 971 yılında İsfahan’da vefat etti.

[18] Mevsûk, sîkâ olma vasfını üzerinde taşıyan hadîs alimleri için kullanılan sıfattır. Hadîs ıstılahında “Adâlet ve zabt vasıflarına sahip râviler” hakkında kullanılan tabirdir. Bu ibare hadîs rivayet eden kişinin güvenilir olduğunu, delilsiz konuşmayacağını ifade eder.

[19] Muhacir, hicret (göç) eden anlamına gelir. Mekke’nin fetih gününden evvel hicretle vatanını terk eden İslam ehli için kullanılan genel tabirdir. Bu ibare Resul-i Ekrem (asm) tarafından kullanılmış ve Kur’ân tarafından da tasdik edilmiş ve âyetlere konu edilmiştir.

[20] Kıyye (veya ukıyye), okka demektir. Yaklaşık 1282 gram ağırlığa denk gelen Osmanlı’da da kullanılmış olan ağırlık ölçü birimidir.

[21] İmam Muhammed Bakır, 677 yılında Medine’de doğdu. Babası Zeynel Abidin Hz. Hüseyin’in oğlu, annesi Fatıma ise Hz. Hasan’ın kızıdır. Bâkıru’l ilm, ilmi yarıp geçen, derinleşen demektir. Kısaltma olarak Bâkır denmiştir. İlk tahsilini babasından aldı. İbn-i Ömer, Cabir, Ebu Saidi’l Hudrî gibi sahâbelerden ve tabiinin büyüklerinden ders aldı. Zamanın ilimde otoritesi sayılan birçok kişiyle ilmî münazaralar yapıp galip geldi. Sadece ilmi faaliyetlere yoğunlaştı. İdare ve siyasete asla bulaşmadı. 733 yılında Medine’de vefat etti.

[22] Ebu Dâvud Süleyman es-Sicistânî, Kütüb-i Sitte’den biri olan es-Sünen-in müellifi olan hadîs âlimidir. Hicrî 202 (miladî 818) yılında Sicistan’da (İran ile Afganistan sınır bölgesi) doğdu. 18 yaşından itibaren zamanın ilim merkezleri olan Basra, Bağdat ve Şam’da 300 kadar hocadan ders aldı. Hadîs talebi için yıllarca ilim seyahati yaptı. Pek çok talebe yetiştirdi. Hicrî 275 (miladî 889) yılında Basra’da vefat etti.

[23] Ahmed İbn-i Hanbel, Hanbelî mezhebinin imamı, fakih ve yüksek hadîs âlimidir. 780 yılında Bağdat’ta doğdu. İmam Şafii’den fıkıh dersi aldı. Zamanın en ileri gelen hadîs âlimlerinden hadîs dersi aldı. Hocaları 280 kadardır. Hadîs talebi için Kûfe, Bağdat, Basra, Hicaz, Halep, Mekke, Medine ve Şam gibi beldelere seyahat etti. Her defasında beş bin kişi olmak üzere kalabalık kitlelere hadîs dersi verdi. Halku’l Kur’ân (Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı) meselesinde asla geri adım atmadı. 2,5 yıl kesintisiz hapis ve işkencelere maruz kaldığı halde yaraları iyileşir iyileşmez derslerine devam etti. Ömrünün son beş yılında yoğun bir göz ve ev hapsine maruz kaldı. 855 yılında bir cuma günü Bağdat’ta vefat etti.

[24] Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, büyük hadîs âlimi ve Şafii fakihidir. 994 yılında Nişabur’a bağlı Beyhak bölgesinde doğdu. Erken yaştan itibaren ilim tahsili için İsferâyin, Tus, Hemedan, İsfahan, Rey, Bağdat, Kûfe, Mekke gibi merkezlere seyahatler yaptı. Zamanla hadîs ilmini diğer ilimlere tercih etti. Bu sahada en çok Hâkim en-Nisaburî’den istifade etti. Başta İbn-i Fürek olmak üzere zamanın önde gelen âlimlerinden fıkıh ve hadîs dersleri aldı. Şafii fıkhını sistemleştirdi. Tuğrul Bey zamanında Mekke’ye hicret etti. Ardından 1063 yılında Nişabur’da vefat etti.

[25] Dukeynü’l Ahmes İbn-i Said el-Müzenî, heyetler döneminde kabilesiyle Medine’ye gelip Müslüman oldu. Ahmesî kabilesine mensuptur. Bir dönem Suffa ashabının arasına katıldı. Bahsi geçen bereketle ilgili mucize de kabilesiyle İslam’a girmek için geldiklerinde yaşanmıştır.

[26] Numan İbn-i Mukarrin, hicretin 5. Yılında Medine’ye gelip Müslüman oldu. Ailesiyle Medine’ye yerleşti. Hendek ve sonrasındaki savaşlara katıldı. Ridde savaşlarında bulundu. Kadîsiye savaşından önce Sasanî devletine gönderilen heyetin başkanıydı. Hz. Ömer tarafından komutan olarak tayin edildi. Ramhürmüz ve Sus şehirlerini fethetti. Nihâvend savaşını komutan olarak kazandı fakat birkaç yerinden yaralı halde attan düşerek şehid oldu.

[27] Cerir İbn-i Abdullah, Yemenli Becîle kabilesine mensuptur. Yahudi bir tüccarla yaptığı münazaralar sonucunda İslam’a ilgi duymuş, kendi araştırmaları sonucu Müslüman oldu. Hicretin 10. Yılında kabilesinden 150 kişiyle Medine’ye geldi. Tüm kabilesinin İslam olmasına sebep oldu. Yemen’de bulunan Zülhulesa adlı tapınağı yıkmak üzere Efendimiz tarafından 200 kişilik bir seriyye gönderildi. Komutan olarak Cerir atandı. Hz. Ebu Bekir zamanında meydana gelen dinden çıkma olayları sebebiyle Becîle ve Has’am kabileleri üzerine gönderildi. İsyanları bastırdı. Hz. Ömer zamanında Nuhayle ve ardından Hulvan’ı fethetti. Nihâvend savaşında büyük yararlık gösterdi. Ardından Hemedan’ı fethetti. Azerbaycan’ın fethine katıldı. 671 yılında vefat etti.

[28] Haber-i vâhid, hadîs metninin lafzında kusur olmamakla beraber tevatür derecesine ulaşmayan rivayet demektir. Efendimizden itibaren adalet (yalana tenezzül etmeme) ve zabt (hafıza kuvveti yerinde olma) vasıflarını taşıyan bir veya iki sahâbe ya da tabiîn tarafından nakledilen hadîslere haber-i vâhid veya âhâdî haber denilir. 

[29] Kâinat, varlıkların tümü anlamına gelir. Kâin, var olan mevcutta bulunan demektir. Sonuna gelen ‘ât’ çoğul ekidir. Kün! (ol!) emrine mazhar olan ve varlık sahasına çıkan varlıkların bütünü demektir.

[30] Ebu Hüreyre, Yemenlidir. Efendimizin ömrünün son dört yılında Müslüman oldu. Net olarak toplamda üç yıl Efendimizin yanından hiç ayrılmaksızın sadece ilim ile meşgul olan bir sahâbedir. Bu sebeple sık sık açlıkla yüz yüze kalıyordu.

[31] Hâfız, hadîs ilminde en az yüz bin hadîs metnini ezber eden âlimlere verilen unvandır.

[32] Nükte, lafızların, kelimelerin arasına gizlenmiş ince mana demektir.

[33] Efendimiz (asm), sonuçta bir insandı. Bir beşer olarak gönderildi. Beşeriyetin içinde de Arap milletinden ve o milletin de en temiz, en soylu, en halis kabile ve boyundan iffet abidesi bir anneden ve Mekke’nin ay’ı denilen bir babadan dünyaya geldi. İşte bütün bu sebeplerle aziz üstadımız zaman zaman Efendimiz (asm)’ın bu yönüne telmih olarak Araplardan çıkmış olan anlamında bu ibareyi kullanır.

[34] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 246-252


Yorum Yap

Yorumlar