Soru

19. Mektub (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi) Şerh ve İzahı-29

19. Mektub’un “On Sekizinci İşaret’inin İkinci Nüktesi’ni” cümle cümle izah eder misiniz?

Tarih: 25.06.2025 19:41:58

Cevap

İkinci Nükte:

Kur’ân’ın Mûcizeleriyle İlgili İkinci Nükte:

Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın zamanında sihrin revâcı olduğundan, mühim mu‘cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm’ın zamanında ilm-i tıb revâcda olduğundan, mu‘cizâtının gālibi o cinsten geldiği gibi, Resûl-ü Ekrem Aleyhis-salâtü Vesselâm’ın dahi zamanında Cezîretü’l-Arab’da en ziyâde revâcda dört şey idi:

Hz. Musa’nın (as) zamanında sihir çok gündemde olduğundan mucizelerinin en önemli olanları ona benzer şekilde geldi. Hz. İsa (as) zamanında tıp ilmi revaçta olduğu için İsa (as)’ın çoğu mucizesi tıp alanında geldi. Bunlar gibi -Nübüvvet silsilesinin son halkası olan- Resul-i Ekrem (asm) zamanında da Arap yarımadasında en fazla revaçta olan, değer gören dört şey vardı.

Birincisi: Belâgat ve fesâhat.

Bunlardan birincisi belâgatli ve fesahatli söz söylemekti.

İkincisi: Şiir ve hitâbet.

Resul-i Ekrem (asm) zamanında Arap Yarımadasında revaçta olan ikinci konu: Şiir ve hitabet idi.

Üçüncüsü: Kâhinlik ve gāibden haber vermek.

Resul-i Ekrem (asm) zamanında Arap Yarımadasında revaçta olan üçüncü konu: Kâhinlik yapmak ve gâibden haber vermek idi.

Dördüncüsü: Hâdisât-ı mâziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmek idi.

Resul-i Ekrem (asm) zamanında Arap Yarımadasında revaçta olan dördüncü konu: Geçmiş zamana dair olayları ve yaratılışa dair hadiseleri bilmek idi.

İşte Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân geldiği zaman, bu dört nevi‘ ma‘lûmât sâhiblerine karşı meydan okudu. Başta ehl-i belâgate birden diz çöktürdü. Hayretle Kur’ân’ı dinlediler.

İşte beyanı mucize olan Kur’ân yer yüzüne geldiği zaman, en revaçta olan bu dört alanda en ileri olanların hepsine birden meydan okudu. En başta belâgatli söz söylemekte usta olanlara diz çöktürdü. Kur’ân’ı hayretler içerisinde dinlediler.

İkincisi, ehl-i şiir ve hitâbet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altın ile yazılan en güzel şiirlerini ve Ka‘be duvarlarına medâr-ı iftihâr için asılan meşhur Muallakāt-ı Seb‘a’larını indirtti, kıymetten düşürdü.

İkincisi şiir ehli olan şairler ve hitabet ustası olan hatipler, yani büyük konuşmalar yapan ve güzel şiir okuyanları öyle hayretler içerisinde bıraktı ki, hayretten parmaklarını ısırdılar. Kâbe’nin duvarına iftihar etmek için asılan en güzel şiirlerini ve hatta Muallakât-ı Seb’a[1] adıyla meşhur olan yedi şiiri kıymetten düşürdü.

Hem gāibden haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi.

Üçüncüsü gâibden haber vererek insanları hayrete sevk eden kâhinleri ve sihircileri susturdu. Onların verdiği gaybî haberleri kendilerine unutturdu. O haberleri semadan bilgi hırsızlığı yoluyla kendilerine getiren  cinlerini kovdu. Kahinliğe son verdi.

Hem ümem-i sâlifenin vakāyiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vâkıf olanları hurâfâttan ve yalandan kurtarıp, hakîkî hâdisât-ı mâziyeyi ve nûrlu olan vakāyi‘-i âlemi onlara ders verdi.

Hem geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olaylar ve dünya tarihine vâkıf olanları yalan ve hurafe bilgilerden kurtarıp, geçmiş zamanda yaşanan tarihi olayların en doğrusunu, dünya tarihinde cereyan eden olayların en nurlu halini onlara ders verdi.

İşte bu dört tabaka, Kur’ân’a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle, onun önüne diz çökerek şâkird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit bir tek sûreye muârazaya kalkışamadılar.

Dolayısıyla bu dört tabakanın tamamı Kur’ân’a tam bir hayret ve hürmet ile önünde diz çökerek talebe oldular. Bu ilim erbaplarının, bu ustaların hiç birisi hiçbir zaman Kur’ân’ın bir tek suresine bile itiraz etmediler, edemediler.

Eğer denilse: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muâraza edemedi ve muâraza kābil değildir?”

Eğer şöyle denilse: “Kur’ân’a taarruz veya itiraz edilmediğini veya Kur’ân’a muaraza etmenin imkânsız olduğunu nereden biliyoruz?

Elcevab: Eğer muâraza mümkün olsa idi, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muârazaya ihtiyaç şedîd idi. Zîrâ dinleri, malları, canları, ıyâlleri tehlikeye düşüyor. Muâraza edilse idi kurtulurlardı.

Cevaben: Eğer Kur’ân’a itiraz etmenin, taarruzda bulunmanın imkânı olsaydı her halükârda buna teşebbüs edeceklerdi. Çünkü Kur’ân’a karşı muaraza edebilmeye şiddetli bir şekilde ihtiyaçları vardı. Zira -batıl da olsa- inançları, malları, canları, aileleri tehlikeye düşüyordu. Şayet Kur’ân’a taarruz edebilseler -Kur’ân’ın tehditlerinden- kurtulabilirlerdi.

Eğer muâraza mümkün olsa idi, herhalde muâraza edecektiler. Eğer muâraza edilse idi, muâraza tarafdârları kâfirler, münâfıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muârazaya tarafdâr çıkıp iltizâm ederek herkese neşredeceklerdi.

Eğer Kur’ân’a itiraz etmenin bir yolu olsaydı, bunu öyle ya da böyle mutlaka yapacaklardı. Eğer Kur’ân’a itiraz edebilmiş olsalar, böylesi bir taarruza taraftar olan kafirler, münafıklar çok hem de pek çok olduklarından her durumda olası bir taarruza taraftar olarak ortaya çıkıp yüksek bir kabul ile herkese, her tarafa yayılacaktı.

Nasıl ki İslâmiyet’in aleyhinde her şeyi neşretmişler. Eğer neşretse idiler ve muâraza olsa idi, herhalde tarihlere, kitaplara şa’şa’alı bir sûrette geçecek idi.

Çünkü bu zamana kadar İslamiyet’in aleyhinde olan her şeyi yaymışlar. Şayet böyle bir itiraz yapılmış olsa ve etrafa yayın yapılmış olsaydı, her durumda tarihe mâl olacak, kitaplara gösterişli bir şekilde geçecekti.

İşte meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde Müseyleme-i Kezzâb’ın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki Kur’ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemâdiyen damarlara dokunduracak ve inâdı tahrîk edecek bir tarzda meydan okudu.

İşte bütün tarihi olaylar ve bu olayları kayıt altına alan kitapların hepsi meydandadır. Bu kitapların hiçbirinde Müseylemetü’l Kezzâb isimde yalancılıkla meşhur olmuş bir kişinin birkaç olayından başka bir şey yoktur. Halbuki her işi, her hükmü hikmetli olan Kur’ân, 23 yıl boyunca sürekli olarak düşmanlarının damarlarına dokunduracak ve inatlarını kaşıyacak bir tarz ile onlara hep meydan okudu.

Ve der idi ki: “Şu Kur’ân’ın Muhammedü’l-Emîn (asm) gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz. Haydi bunu yapamıyorsunuz, o zât ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtib olsun.

Ve onlara der ki, Sizin kendisine ‘Emîn’ sıfatını uygun gördüğünüz Hz. Muhammed (asm) gibi okuma yazma bilmeyen birinin dilinden şu Kur’ân’ın bir benzerini yapınız. Haydi böyle ümmi -yani okuma yazması olmayan- birinden yapamıyorsunuz. O halde Kur’ân’a benzer getirmek üzere seçtiğiniz kişi okuyup yazmayı bilen, son derece âlim ve bilgin birisi olsun.

Haydi bunu da getiremiyorsunuz, bir tek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, belîğleriniz toplansın. Birbirine yardım etsin. Hatta güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin.

Haydi böyle bir kişi vasıtasıyla da Kur’ân’a bir benzer getiremiyorsunuz. Öyle ise bu işi yapacak olan bir kişi olmasın. Bütün âlimleriniz, söz ustalarınız, bilge şahsiyetleriniz bir araya gelsinler. Birbirine yardım etsinler. Hatta o çok güvenip taptığınız ilahlarınız da size yardım etsinler.

Haydi bununla da yapamayacaksınız, eskiden yazılmış belîğ eserlerden de istifâde edip, hatta gelecekleri de yardıma çağırıp Kur’ân’ın nazîrini gösteriniz, yapınız.

Haydi bu şekilde de Kur’ân’a bir benzer getiremeyeceksiniz. Eskiden yazılmış belâgatli eserlerden faydalanın. Hatta gelecekte yazılacak kitapları ve ileride ortaya çıkacak bilgin şahsiyetleri de yardıma çağırıp, Kur’ân’a benzer bir kitap yazınız.

Haydi bunu da yapamıyorsunuz, Kur’ân’ın mecmûuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.

Haydi bu şekilde toplu birlik olup bütün eserlerden yardım aldığınız halde yine Kur’ân’a bir benzer getiremiyorsunuz. Kur’ân’ın tamamına değil bari on suresinin bir benzerini getiriniz.

Haydi on sûresine mukābil hakîkî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz, haydi hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkîb ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, bir tek sûresinin nazîrini getiriniz.

Haydi Kur’ân’ın on suresine karşılık gelecek içi hakikat dolu doğru bilgilerle yazılmış olan bir benzerini getiremediniz.

Haydi sûre uzun olmasın, kısa bir sûre olsun, nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, ıyâlleriniz dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir.”

Haydi Kur’ân’ın uzun sureleri olmasın kısa bir suresinin de olsa bir benzerini getiriniz. Aksi halde inandıklarınız, canlarınız, mallarınız ve aileleriniz hem dünyada hem de âhirette tehlikeye düşecektir” diye tehdit ediyor.

İşte sekiz tabakada ilzâm sûretinde, Kur’ân-ı Hakîm yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor.

İşte her işi ve her emri hikmetli olan Kur’ân, bu sekiz tabaka insan topluluklarını aciz bırakıp konuşamaz hale getirmekle sadece nazil olduğu 23 yıl zarfında birinci muhatapları olan Arap yarımadasının söz ve hitabet ustaları olan insanlara değil, belki bin üç yüz -şimdi bin dört yüz- senedir bütün insanlara ve cinlere karşı meydan okumuştur. Ve bu meydan okuma halen geçerlidir.

Halbuki evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve ıyâlini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harb yolunu ihtiyâr ederek, en kolay ve en kısa olan muâraza yolunu terk ettiler. Demek muâraza yolu mümkün değildi.

Halbuki Kur’ân’ın nazil olduğu ilk zamanlarda o kafirler canlarını, mallarını, ailelerini tehlikeye atarak Kur’ân’a karşı tutulabilecek yolların en korkulu, en zorlu, en meşakkatli ve dehşetli olanını yani savaş yolunu seçtiler. Halbuki Kur’ân’ın davasını çürütmenin, iddialarını boşa çıkarıp kurtulmalarının en kolay yolu Kur’ân’a benzer bir kitap getirmekti. Onlar bu yolu terk ettiler. Demek ki, Kur’ân’a karşı taarruz etmek, itiraz etmek mümkün değildi.

İşte hiçbir âkil, hususan o zamanda Cezîretü’l-Arab’daki adamlar, hususan Kureyşîler gibi zeki adamlar, bir tek edîbleri Kur’ân’ın bir tek sûresine nazîre yapıp Kur’ân’ın hücumundan kurtulmasını te’mîn ederek, kısa ve kolay yolu terk edip, can, mal, ıyâlini tehlikeye atıp, en müşkilâtlı yola sülûk eder mi?

İşte aklı başında hiçbir insan, özellikle de Kur’ân’ın indirildiği zaman ve toplum yapısında, Arap yarımadasında yaşayan insanların bir tek söz ustası Kur’ân’ın bir tek suresine benzer bir kitap getirmek suretiyle Kur’ân’ın kendilerine yaptığı hücum ve tehditlerden kurtulmak varken, neden en kısa, en emniyetli, en kolay olan yolu terk edip; canlarını, mallarını ve ailelerini tehlikeye atıp en zorlu ve en zahmetli olan yolda ilerlediler? Aklı başında olan böyle bir yola girer mi?

Elhâsıl: Meşhur Câhız’ın dediği gibi, “Muâraza-i bilhurûf mümkün olmadı. Muhârebe-i bissüyûfa mecbûr oldular!”

Sözün özü: Meşhur dilbilgini Câhız’ın[2] dediği gibi, “harfler ve harflerin içerdiği manalar -yani ilim- yoluyla Kur’ân’a karşı taarruz etmek mümkün olmadı. Bu yolda imkân bulamadıkları için Kur’ân’a karşı kılıç ile savaşmaya mecbur oldular.”

Eğer denilse: Bazı muhakkik ulemâ demişler ki: “Kur’ân’ın bir sûresine değil, bir tek âyetine, hatta bir tek cümlesine, hatta bir tek kelimesine muâraza edilmez ve edilmemiş. Bu sözler mübâlağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde, Kur’ân cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?”

Eğer şöyle denilse: Bazı araştırmacı âlimler demişler ki: “Kur’ân’ın değil bir suresine, bir tek ayetine hatta bir tek cümlesine ve hatta bir tek kelimesine de muaraza edilemez ve edilememiş. Bu sözler biraz abartılı görünüyor. Akıl bu iddiayı kabulde zorlanıyor. Çünkü insanların konuştuğu kelimelerde yer yer Kur’ân’ın cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün hikmeti ve sırrı nedir?”

Elcevab: İ‘câz-ı Kur’ân’da iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur’ân’daki letâif-i belâgat ve mezâyâ-yı maânî, kudret-i beşerin fevkındedir.

Cevaben: Kur’ân’ın mucize olup benzerinin getirilememesi noktasında kabul gören iki ana fikir vardır. En çok tercih edilen yol ve yorum şudur: Kur’ân’daki ince manalar, yerli yerince ve yeterince söz söyleme, manalarındaki meziyetler o denli yüksektir ki, insan gücünün üzerindedir.

İkinci mercûh mezheb der ki: Kur’ân’ın bir sûresine muâraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenâb-ı Hakk mu‘cize-i Ahmediye (asm) olarak men‘ etmiş.

Daha az tercih edilen görüş ise; Kur’ân’ın bir suresine benzer getirmek insan aklıyla yapılabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hak Teâlâ, Peygamber Efendimizin bir mucizesi olarak engellemiş.

Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu‘cize olarak bir Nebî dese ki: “Sen kalkamayacaksın!” O da kalkamazsa, mu‘cize olur. Şu mezheb-i mercûha (Sarfe Mezhebi) denilir.

Bunun misali olarak: Nasıl ki, normal şartlarda ayağa kalkabilen bir adam için bir peygamber, “sen kalkamayacaksın!” dese. O adam da ayağa kalkamasa, o fiil peygamberin bir mucizesi olarak gerçekleşmiş olur” demişler. Fazla rağbet görmeyen bu mezhebe Sarfe[3] Mezhebi denilir.

Yani Cenâb-ı Hakk cin ve insi men‘ etmiş ki, Kur’ân’ın bir sûresine mukābele edebilmesinler. Eğer men‘ etmese idi, cin ve ins bir sûresine mukābele ederdi.

Yani Cenâb-ı Hak insanları ve cinleri Kur’ân’ın bir tek suresine bile mukabele edemesinler engellemiştir. Eğer böyle bir engel koymasaydı cinler ve insanlar Kur’ân’ın sadece bir suresine karşı benzerini getirebilirlerdi”[4] derler.

İşte şu mezhebe göre, “Bir kelimesine de muâraza edilmez” diyen ulemânın sözleri hakîkattir. Çünkü madem Cenâb-ı Hakk i‘câz için onları men‘ etmiş. Muârazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.

İşte şu kabule göre “Kur’ân’ın bir kelimesine de olsa itiraz edilemez” diyen âlimlerin sözü haktır ve hakikattir. Çünkü madem Cenâb-ı Hak Kur’ân’ın mucizeliği için onları -Kur’ân’a bir benzer getirmekten- menetmiş. Öyle ise Kur’ân’a taarruz etmek için ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da Allah’ın izni olmadıkça bu konuda konuşamazlar.

Ama mezheb-i râcih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemânın beyân ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki:

Amma en çok tercih edilen ve çoğunluk tarafından kabul gören görüşe göre ise âlimlerin genel kabul ile ortaya koydukları kanaatin şöylece ince bir yönü vardır.

Kur’ân-ı Hakîm’in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar. Onda on nükte-i belâgat, on münâsebet bulunuyor.

Her kelimesi, her yönü ve her hükmü hikmetli olan Kur’ân’ın cümleleri ve kelimeleri birbirine bakarlar. Bazen öyle olur ki, bir kelimesi on ayrı yere bakar. O kelimede on ayrı belagat nüktesi ve birbiriyle on ayrı münasebet bulunuyor. 

Nasıl ki İşârâtü’l-İ‘câz nâmındaki tefsîrde, Fâtiha’nın bazı cümleleri içinde ve الٓمٓ ٭ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı numûneleri göstermişiz.

Mesela nasıl ki, İşârâtü’l İ’caz[5] adındaki tefsir kitabımızda, Fâtiha Suresinin bazı cümleleri ve Bakara Suresinin ilk iki “Elif. Lam. Mim. İşte bu, o kitaptır ki, onda şüphe yoktur” âyetleri arasındaki münasebetlerden bazı örnekler gösterdik.

Meselâ nasıl ki, münakkaş bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukūşuyla bilmeye mütevakkıftır.

Mesela nasıl ki, son derece nakışlı bir sarayda, birbirinden farklı birçok nakışların düğüm noktası gibi olan bir taşı, o saraydaki bütün nakışlara bakacak, hepsinin bir parçası olacak olan bir yerde yerleştirmek için sarayın bütün duvarlarını, duvarlardaki nakışlarını, nakışlardaki inceliklerin tamamını bilmekle ancak olabilir.

Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münâsebâtını ve vezâif-i acîbesini ve gözün o vezâife karşı vaz‘iyetini bilmekle oluyor.

Hem de nasıl ki, bir insanın başının en uygun yerinde gözünü ve gözünün en hassas yerinde göz bebeğini yerleştirmek için insan bedeninin bütün iç yapısını ve organların birbiriyle bağlantısını, her biri başlı başına acayip olan vazifelerini ve nihayet gözün bütün bedendeki vazifelere karşı alması gereken vaziyetin ne olduğunu bilmekle ancak oluyor.

Öyle de, ehl-i hakîkatin çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında pek çok münâsebâtı ve sâir âyetlere, cümlelere bakan vücûhları, alâkaları görmüşler.

Tıpkı bunun gibi hakikat ehlinden -Kur’ân’a bir benzer getirilememesi noktasında- ileri giden bir kısım araştırmacı âlimler, Kur’ân’ın kelimelerinin birbiriyle pek çok münasebeti olduğunu ve diğer ayetlere, cümlelere bakan yönleri bulunduğunu görmüşler ve ehline göstermişler.

Hususan ulemâ-yı ilm-i hurûf daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ânda bir sahîfe kadar esrârı ehline beyân ederek isbat etmişler.

Özellikle harf ilminin âlimleri daha da ileri gidip, Kur’ân’ın bir harfinde bir sayfa kadar sırlar bulunduğunu ehil olanlara açıklayıp ispat etmişler.

Hem madem Hâlik-ı Küll-i Şey’in kelâmıdır. Her bir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında esrârdan müteşekkil bir cesed-i ma‘nevîye kalb ve bir şecere-i ma‘neviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.

Hem de madem Kur’ân her şeyi yoktan yaratan Allah’ın kelamı, hitabıdır. Öyle ise her bir kelimesi insana nispetle kalp ve ağaçlara nispetle çekirdek hükmüne geçebilir. Bu kalbin veya çekirdeğin etrafında sırlardan oluşan manevi bir bedene kalp ve manevi ağaca çekirdek hükmünü alabilir.

İnsanın sözlerinde Kur’ân’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da, çok münâsebât gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhît lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.[6]

İnsanların sözlerinde yer yer Kur’ân’ın kelimelerine benzeyen kelimeler ve hatta cümleler ve ayetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da çok sayıda ilgi, alaka, uygunluk, birbirine bakmak, birbirini tamamlamak gibi münasebetler gözetilerek her bir ayet veya ayetleri oluşturan her bir kelime şu an olduğu yere yerleştirildiği için; öyle kuşatıcı bir ilim lazımdır ki, her bir ayet ya da kelimeyi yerli yerine yerleştirebilsin.


[1] Muallakât-ı Seb’a, muallakât askıda olan, asılı olan demektir. Seb’a, yedi rakamına tekabül eder. Cahiliye dönemi Arap Yarımadasında çeşitli yörelerde panayır düzenlenirdi. Bu panayırlarda çeşitli süzgeçlerden geçerek seçilen şiirler keten üzerine altın suyuyla yazılır ve Kâbe’ye asılırdı. Bunlardan da en seçkin yedi şiire “duvara asılan yedi şiir” anlamında Muallakât-ı Seb’a denilmiştir. Bu şiirler Arap dilinin iftihar sebebi sayılıyordu. Kur’ân nazil olunca bu şiirlerden birinin şairi olan Lebid’in bizzat kendi kızı tarafından askıdan indirilmiştir.

[2] Câhız, 770 yıllarında Basra’da doğdu. Arap-siyahî meleziydi. Patlak gözlü olmasında dolayı Câhız denildi. Küçük yaştan itibaren şiir, edebiyat, tarih ve dilbilgisi tahsiline yöneldi. Bir taraftan ticaretle meşgul olurken diğer taraftan şiir ve edebiyat meclislerine devam etti. Çöl bedevilerinden fasih Arapçayı öğrendi. İlim tahsili için Bağdat ve Kûfe’ye gitti. Halife tarafından Bağdat’a çağırılmış ve himayesinde birçok eser vermiştir. 869 yılında 95 yaşında iken Basra’da vefat etti. 

[3] Sarfe Mezhebi, sarf; geri çevirme, engelleme demektir. “Belagat yönünden insanların Kur’ân’a bir benzer getirme imkân ve kabiliyetinin bulunduğu ve fakat Cenâb-ı Hak tarafından engellendiği” kabulünü esas alan görüştür. Ümmet arasında fazla kabul görmemiştir.

[4] Bu yöndeki görüş akla ve vicdana pek uygun düşmüyor. Şayet bir suresine benzer getirilebilseydi, bunu yapanlar hemen gözlerini diğer surelere, ayetlere çevirirlerdi. Tıpkı eski kutsal kitaplarda olduğu gibi (Haşa!) Kur’ân’ın içini hurafelerle doldururlardı. Halbuki bu konuda hiçbir surette kalem oynatamadılar.

[5] İşârâtü’l İcaz, Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1. Dünya savaşı esnasında Pasinler cephesinde milis (gönüllü birlik) albayı olarak çatışma halinde iken yakın talebesi Molla Habib marifetiyle kaleme alınan tek ciltlik tefsirdir. İlk baskısı 1918 yılında Arapça olarak yapıldı. Daha sonra Said Nursî’nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul tarafından Türkçeye tercüme edildi. Kitap altı bölümden oluşur. Fatiha suresiyle Bakara suresinin ilk 33 ayetinin tefsirinden ibarettir. 2014 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Arapça ve Türkçe olarak tek kitap halinde basımı gerçekleştirildi.

[6] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 310-312


Yorum Yap

Yorumlar