19. Mektub’un "Onuncu İşareti'ni" cümle cümle izah eder misiniz?
Onuncu İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun Onuncu Nükteli İşareti:
Şu mu‘cize-i şeceriyeyi daha ziyâde takviye eden mütevâtir bir sûrette nakledilen “حَن۪ينُ الْجِذْعِ” mu‘cizesidir.
Ağaçlarla ilgili mucizeleri destekleyen ve tek başına mütevâtir olarak bizlere kadar nakledilen bir mucize de “kuru hurma kütüğünün inlemesi” mucizesidir.
Evet, Mescid-i Şerîf-i Nebevî'de kuru direğin büyük bir cemâat içinde muvakkaten firâk-ı Ahmedîden (asm) ağlaması, beyân ettiğimiz mu‘cize-i şeceriyenin misâllerini hem te’yîd eder, hem kuvvet verir.
Evet, Medine’de Peygamber Efendimizin mescidinde büyük bir sahâbe topluluğu içerisinde Peygamber Efendimizden ayrı düşmesi sebebiyle kuru hurma kütüğünün ağlaması, buraya kadar açıklanmış olan ağaçlarla ilgili mucize örneklerine hem kuvvet verir hem de o mucizeleri destekler.
Çünkü o da ağaçtır, cinsi birdir. Fakat şunun şahsı mütevâtirdir. Öteki kısımlar her birinin nevi‘ mütevâtirdir. Cüz’iyâtları, misâlleri, çoğu sarîh tevâtür derecesine çıkmıyor.
Çünkü kuru hurma kütüğü de sonuçta bir ağaçtır. Diğer ağaçlarla aynı varlık cinsindendir. Ağaçlarla ilgili mucizelerin bütününü nazara aldığımızda ağaçlarla ilgili mucizelerin meydana gelmiş olması noktasında mütevâtir derecesindedir denilebilir. Fakat ağaçlarla ilgili mucizelerin fertleri, misalleri tek başlarına sarih tevatür derecesine çıkamıyor. Halbuki kuru hurma kütüğünün inlemesi olayı tek başına mütevâtir derecesindedir.
Evet, Mescid-i Şerîf’de hurmâ ağacından olan kuru direk, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu.
Peygamberimizin (asm) Medine’de bulunan mescidinde hurma ağacından kesilme kuru bir direk vardı. Resul-i Ekrem (asm) sahabelerine hutbe verirken o kütüğe dayanıyordu.
Sonra minber-i şerîf yapıldığı vakit, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enîn edip ağladı. Bütün cemâat işitti.
Sonra Efendimizin oturarak hutbe verebilmesi adına minber-i şerif[1] yapıldı. Resul-i Ekrem (asm) minbere çıkıp sahabelere hitap etmeye başladı. Efendimiz (asm) hitap ederken kuru hurma kütüğü sancı çeken bir deve gibi inleyerek ağladı. Kütüğün inleyerek ağlamasını o an mescitte bulunan bütün cemaat işittiler.
Tâ Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi. Elini üstüne koydu. Onunla konuştu, teselli verdi. Sonra durdu.
Ne zaman ki, Resul-i Ekrem (asm) minberden inip kütüğün yanına geldi. Mübarek elini kütüğün üzerine koydu. Ona teselli verdi. Kütük de sakinleşip inlemeyi bıraktı.
Şu mu‘cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm pek çok tarîklerle tevâtür derecesinde nakledilmiştir.
İşte şu kuru kütüğün ağlaması mucizesi pek çok ayrı rivayet yolundan tevatür derecesiyle bize kadar nakledilmiştir.
Evet “حَن۪ينُ الْجِذْعِ” mu‘cizesi çok münteşir ve meşhur ve hakîkî mütevâtirdir.
Evet, “kuru kütüğün inlemesi” mucizesi çok yaygın, oldukça meşhur[2] ve hakiki tevatür derecesinde olan bir peygamberlik delilidir.
Sahâbelerin bir cemâat-i âliyesinden on beş tarîk ile gelip, Tâbiînin yüzer imamları o mu‘cizeyi o tarîkler ile arkadaki asırlara haber vermişler.
Sahâbelerin yüksek bir topluluğundan ve on beş ayrı rivayet kanalından nakledile gelmiştir. Tabiinin yüzlerce hadis imamı “kuru kütüğün inlemesi” mucizesini kendilerine ulaşan o çok çeşitli rivayet yollarından devralıp kendilerinden sonra gelen asırlara ve bu asırlarda yaşayan nesillere haber vermişler.
Sahâbenin o cemâatinden ulemâ-yı Sahâbe nâmdârları ve rivâyet-i hadîsin reislerinden Hazret-i Enes ibn-i Mâlik hâdim-i Nebevî, Hazret-i Câbir Bin Abdullâhi’l-Ensârî hâdim-i Nebevî, Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer, Hazret-i Abdullâh bin Abbâs, Hazret-i Sehl bin Sa‘d, Hazret-i Ebî Saîdi’l-Hudrî, Hazret-i Übeyy ibn-i Ka‘b, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Ümmü’l-Mü’minîn Ümm-ü Seleme gibi meşâhîr-i ulemâ-yı Sahâbe
Sahâbelerin o an mescitte bulunan ve bu mucizeye şahit olan, bilhassa da ilim noktasında sahabe arasında nam salan, hadis rivayeti konusunda kurucu başkanlar olan Peygamber Efendimizin hizmetkârlarından başta Hz. Enes b. Malik, Hz. Cabir b. Abdullah, Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Sehl b. Sa’d,[3] Hz. Ebû Saidi’l Hudrî,[4] Hz. Übey b. Ka’b,[5] Hz. Büreyde, müminlerin annesi Hz. Ümmü Seleme gibi sahabenin en âlim ve en meşhurları,
ve rivâyet-i hadîsin rüesâları gibi, her biri bir tarîkin başında aynı mu‘cizeyi ümmete haber vermişler.
Ve hadis ilminin başını çeken üstatlarından her bir sahabe bir rivayet yolunun başında olarak aynı -kuru kütüğün inlemesi- mucizesini ümmetin bütününe haber vermişler.
Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha, arkalarındaki asırlara o mütevâtir mu‘cize-i kübrâyı tarîkleriyle haber vermişler.
Başta Buhârî ve Müslimin sahihleri olarak sıhhatli hadis kitapları arkalarından gelen asırlara o büyük ve mütevâtir mucizeyi rivayet yollarıyla birlikte haber vermişler.
İşte Hazret-i Câbir tarîkinde der ki:
İşte bu olayı haber verenlerden Hz. Cabir’in rivayetinde der ki:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Şerîf’de ciz‘ü'n-nahl denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i şerîf yapıldıktan sonra, minbere geçtiği vakit, direk tahammül edemeyerek hâmile deve gibi ses verip inleyerek ağladı.”
“Mescid-i şerifte (Arapça) “Ciz’ü’n-nahl” denilen kuru hurma ağacından bir direk vardı. Resul-i Ekrem (asm) hutbe verirken o direğe dayanır ve sahabelere hitap ederdi. Kendisi için minber-i şerif yapıldıktan sonra minbere geçti. Direk, Efendimizin ayrılığına dayanamayıp hamile devenin sancıdan inlemesi gibi ses verip ağladı.”
Hazret-i Enes tarîkinde der ki: “Câmûs gibi ağladı. Mescidi lerzeye getirdi.”
Orada bulunan ve hadiseye şahit olanlardan Hz. Enes b. Malik’in rivayetinde der ki: “Tıpkı camız gibi ağladı. Mescitte bulunan müminleri titretti.”
Sehl Bin Sa‘d tarîkinde der: “Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı.”
Yine mucizeye şahit olan ve bu mucizeyi sonraki nesle anlatanlardan Sehl b. Sa’d’ın rivayetinde şöyle der: “Kuru hurma direğinin ağlaması üzerine insanlarda ağlamak âdeti çoğaldı.”
Hazret-i Übeyy ibni’l-Ka‘b tarîkinde diyor: “Hem öyle ağladı ki, inşikāk etti.”
Olaya şahit olan ve anlatanlardan biri olan Hz. Übey b. Ka’b rivayetinde şöyle diyor: “Kuru hurma kütüğü öyle ağladı ki, sonunda yarıldı.”
Diğer bir tarîkte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: اِنَّ هٰذَا بَكٰي لِمَا فَقَدَ مِنَ الذِّكْرِ Yani “Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlâhînin iftirâkındandır ağlaması.”
Diğer bir rivayette anlatıldığına göre Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurdu: “Onun ağlaması, yanında okunan zikir ve hutbedeki ilahî zikirden ayrılmış olmaktandır.”
Diğer bir tarîkte ferman etmiş: تَحَزُّنًا عَلٰي رَسُولِ اللّٰهِ لَوْ لَمْ اَلْتَزِمْهُ لَمْ يَزَلْ هٰكَذَٓا اِلٰي يَوْمِ الْقِيٰمَةِ Yani ben onu kucaklayıp teselli vermese idim, Resûlullâh’ın iftirâkından kıyâmete kadar böyle ağlaması devam edecekti.”
Bu hadise ile ilgili başka bir rivayette Efendimiz (asm) şöyle buyurmuş: “Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Allah’ın peygamberinden ayrı kalmanın acısıyla kıyamete kadar bu şekilde ağlaması devam edecekti.”
Hazret-i Büreyde tarîkinde der ki: “Ciz‘ ağladıktan sonra, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini üstüne koyup ferman etti: اِنْ شِئْتَ اَرُدُّكَ اِلَي الْحَٓائِطِ الَّذ۪ي كُنْتَ ف۪يهِ فَتَنْبُتُ لَكَ عُرُوقُكَ وَيَكْمُلُ خَلْقُكَ وَيُجَدَّدُ خُوصُكَ وَثَمَرُكَ وَاِنْ شِئْتَ اَغْرِسُكَ فِي الْجَنَّةِ يَاْكُلُ اَوْلِيَٓاءُ اللّٰهِ مِنْ ثَمَرِكَ Sonra o ciz‘i dinledi, ne söylüyor?
O an orada bulunanlardan Hz. Büreyde’nin rivayetinde der ki: Resul-i Ekrem (asm) kütük ağladıktan sonra mübarek elini kütüğün üstüne koyup şöyle buyurdu: “İstersen seni eski bulunduğun yere nakledeyim. Köklerin çıkar, büyümen gelişir. Yaprakların ve meyvelerin yenilenir. Eğer istersen seni cennete dikeyim. Allah’ın veli kulları meyvelerinden yer” dedi. Ardından kütüğün ne dediğini dinledi.
Ciz‘ söyledi. Arkadaki adamlar da işitti. اِغْرِسْن۪ي فِي الْجَنَّةِ يَأْكُلْ مِنّ۪ٓي اَوْلِيَٓاءُ اللّٰهِ ف۪ي مَكَانٍ لَا يَبْلٰي Yani ‘Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada bekā bulup çürümek yoktur.’
Kütük konuştu. Arkadaki adamların hepsi kütüğün konuşmasını işitti. “Beni cennete bir fidan olarak dik. Ta ki, Cenâb-ı Hakk'ın sevgili kulları benim meyvelerimden yesinler. Hem de bir mekân ki, orada bekâ bulmak var ve fakat çürümek yoktur.”
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: قَدْ فَعَلْتُ Sonra ferman etti: اِخْتَارَ دَارَ الْبَقَٓاءِ عَلٰي دَارِ الْفَنَٓاءِ”
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (asm), “Öyle yaptım” dedi ve ardından kuru kütüğün tercihi hakkında şöyle buyurdu: “Beka yurdunu fena yurduna tercih etti.”
İlm-i kelâmın büyük imamlarından meşhur Ebû İshak-ı İsferânî naklediyor ki:
Kelâm[6] ilminin büyük imamlarından olan Meşhur Ebu İshak İsferâyînî[7] şöyle naklediyor:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm direğin yanına gitmedi. Belki direk onun emriyle onun yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü.”
“Resul-i Ekrem (asm) direğin yanına gitmedi. Belki direk emretmesiyle Efendimizin yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü.”
Hazret-i Übeyy ibn-i Ka‘b der ki: “Şu hâdise-i hârikadan sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: ‘Direk minberin altına konulsun.’ Minberin altına konuldu. Tâ mescid-i şerîfin ta‘mîri için hedmedilinceye kadar.” O vakit Hazret-i Übeyy ibni’l-Ka‘b yanına aldı. Çürüyünceye kadar muhâfaza edildi.
Hz. Übey b. Ka’b şöyle der: “Şu harika olaydan sonra Resul-i Ekrem (asm), “direğin minberin altına alınmasını” emretti. Kütük minberin altına konuldu. Ta mescid-i şerifin tamir maksadıyla yıkılışına kadar burada kaldı.” Mescidin tamiri vaktinde Übey b. Ka’b (ra) o kütüğü yanına aldı. Tamamen çürüyünceye kadar evinde muhafaza etti.
Meşhur Hasan-ı Basrî şu hâdise-i mu‘cizeyi şâkirdlerine ders verdiği vakit ağlardı ve der idi ki: “Ağaç Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a meyil ve iştiyâk gösteriyor. Sizler daha ziyâde iştiyâka, meyle müstehaksınız!”
Meşhur Hasan-ı Basrî,[8] şu mucize hadisesini talebelerine ders verdiğinde ağlar ve şöyle derdi: “Ağaç bile Resul-i Ekrem (asm)’a meyledip şevk duyuyor. Siz bir insan olarak Peygamber Efendimize şevk duymaya bir ağaçtan daha ziyade hak sahibisiniz.”
Biz de deriz ki: Evet, hem ona iştiyâk ve meyil ve muhabbet, onun sünnet-i seniyesine ve şerîat-ı garrâsına ittibâ‘ iledir.
Biz de şöyle deriz: “Evet, Resul-i Ekrem (asm)’a hakiki sevgi ve gerçek meyil, onun sünnet-i seniyyesine[9] ve şeriat-ı garra’sına[10] tabi olmak iledir.
Bir nükte-i mühimme:
Önemli bir nükte:
Eğer denilse, “Neden Gazve-i Hendek’de dört avuç taâmla bin adamı doyurmak olan mu‘cize-i taâmiye ve mübârek parmaklarından akan su ile bin beş yüz kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren mu‘cize-i mâiye, neden şu hanîn-i ciz‘ mu‘cizesi gibi şa‘şaa ile, çok kesretli tarîklerle nakledilmemiş?
Eğer şöyle denilse: “Hendek savaşında meydana gelen “dört avuç miktarı yemek ile bin adamı doyurmak” şeklinde gerçekleşen yemeklerin bereketlenmesiyle ilgili mucize ve Peygamber Efendimizin mübarek parmaklarından çeşme gibi su akıp bin beş yüz kişiye doyuruncaya kadar içirmek şeklinde zuhur eden su ile ilgili mucizeler; neden kuru kütükle ilgili bu mucize kadar önemsenerek, çok ayrı rivayet yollarından nakledilmemiş?
Halbuki o ikisi, bundan daha ziyâde bir cemâatte vukū‘ bulmuş.”
Halbuki az yemeğin çoğalması ve parmaklarından çeşme gibi suyun akması mucizeleri kuru kütük mucizesinden daha kalabalık bir toplulukta gerçekleşmiş.”
Elcevab: Zuhûr eden mu‘cizeler iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdîk ettirmek için, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm elinde izhâr ediliyor.
Cevaben: Peygamber Efendimizin elinden veya dilinden gerçekleşen mucizeler iki kısma ayrılır. Birinci kısımdakiler peygamberlik davasında onun sözünü doğru çıkarmak için peygamberimiz (asm)’ın elinde gerçekleşiyor.
Hanîn-i ciz‘ şu nev‘dendir ki, sırf nübüvvetin tasdîki için bir huccet olarak zuhûra gelmiş ki,
Kuru hurma kütüğünün inlemesi mucizesi, sırf peygamberliğine delil olarak gerçekleşen kısma dahildir. Öyle ki, sadece ve sadece peygamberlik davasını doğru çıkarmak için bir delil olarak meydana gelmiştir.
mü’minlerin îmânını ziyâdeleştirmek ve münâfıkları ihlâsa ve îmâna sevk etmek ve küffârı îmâna getirmek için zâhir olmuş.
İşbu sebeple; meydana gelen bu mucize, müminlerin imanlarını artırmak, kalbi ve niyeti bozuk olan münafıkları ihlaslı davranmaya ve halis bir iman sahibi olmaya sevk etmek ve inkâr ehli olan kafirleri ise iman dairesine getirmek için gerçekleşmiştir.
Onun için avâm ve havâs, herkes onu gördü. Onun neşrine fazla ihtimâm edildi.
İşte bu nedenle âlim ve cahil herkes bu mucizeyi gördü ve yayılmasına özel önem verildi.
Fakat şu mu‘cize-i taâmiye ve mu‘cize-i mâiye ise, mu‘cizeden ziyâde bir kerâmettir. Belki kerâmetten ziyâde bir ikrâmdır. Belki ikrâmdan ziyâde ihtiyaca binâen bir ziyâfet-i Rahmâniyedir.
Fakat yemeklerin bereketlenmesi mucizesi ve suların çoğalması mucizeleri ise mucizeden ziyade bir keramet gibidir. Hatta kerametten ziyade ilahî bir ikramdır. Hatta ikramdan da ziyade ihtiyaca binaen Rahman olan Allah tarafından verilen bir ziyafettir.
Onun için çendân da‘vâ-yı nübüvvete delildir ve mu‘cizedir. Fakat asıl maksad, ordu aç kalmış. Bir çekirdekten bin batman hurmâyı halkettiği gibi, Cenâb-ı Hakk hazîne-i gaybdan bir sâ‘ taâmdan bin adama ziyafet veriyor.
Onun için her ne kadar peygamberlik davasına delildir. Sonuç itibariyle bir peygamberin elinden meydana gelen harika bir hadise olması sebebiyle bir mucizedir. Fakat bu hadisenin gerçekleşmesinde asıl maksat ordunun aç kalmış olmasıdır. Cenâb-ı Hak bir çekirdekten[11] bin batman[12] hurmayı yarattığı gibi gaybî rahmet hazinesinden birkaç avuç yemekten bin insana yetecek kadar bir ziyafet ihsan ediyor.
Hem susuz kalmış mücâhid bir orduya, kumandan-ı a‘zamın parmaklarından âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor.
Hem de Allah yolunda cihada çıkıp susuz kalmış olan bir orduya, en büyük komutanlarının parmaklarından kevser suyu gibi su akıttırıp içiriyor.
İşte şu sır içindir ki, mu‘cize-i taâmiye ve mu‘cize-i mâiyenin her bir misâli, hanîn-i ciz‘ derecesine çıkmıyor.
İşte bu sır içindir ki, yemeklerle ilgili mucizeler ve suyla ilgili mucizenin her bir örneği “kuru hurma kütüğünün inlemesi” mucizesinin tevatür derecesine yetişemiyor.
Fakat o iki mu‘cizenin cinsleri ve nev‘leri, külliyet i‘tibâriyle hanîn-i ciz‘ gibi mütevâtir ve kesretlidir.
Fakat su ve yemeklerin çoğalmasıyla ilgili iki mucize çeşidi genel toplam noktasında “kuru hurma kütüğünün inlemesi” mucizesinin tevatür derecesindedir. Hem de sayıca çoktur.
Hem taâmın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor. Yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişâr etti.
Hem de yemeklerin bereketlenmesini ve Efendimizin parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor. Belki sadece bu mucizelerin eseri olan sonuçlarını görüyorlar. Kuru hurma kütüğünün inlemesini ise herkes işittiği için oldukça yaygınlaştı.
Eğer denilse: “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın her hâl ve hareketini kemâl-i ihtimâm ile Sahâbeler muhâfaza ederek nakletmişler. Böyle mu‘cizât-ı azîme, neden on, yirmi tarîk ile geliyor? Yüz tarîk ile gelmeli idi.
Eğer şöyle denilse: Sahabeler, Resul-i Ekrem (asm)’ın her halini, her hareketini tam bir itina ile son derece önemseyerek hafızalarına alıp kendilerinden sonraki nesle nakletmişler. Böyle iken bu kadar büyük olan mucize neden sadece on-yirmi rivayet yolundan geliyor? Bu kadar önemli bir hadisenin belki yüz ayrı rivayet kanalından gelmesi beklenirdi.
Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebû Hüreyre’den çok geliyor? Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer az rivâyet ediyor?”
Bununla beraber neden Hz. Enes b. Malik, Cabir b. Abdullah, Ebu Hüreyre gibi sahabelerden çok rivayet geliyor da Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi en büyük ve Efendimize en yakın sahabelerden daha az hadis rivayeti geliyor?
Elcevab: Birinci şıkkın cevabı, Dördüncü İşaret’in Üçüncü Esas’ının âhirinde geçmiş. İkinci şıkkın cevabı ise: Nasıl ki insan bir ilaca muhtaç olsa, bir tabîbe gider. Hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder. Mes’ele-i şer‘iye müftüden haber alınır ve hâkezâ.
Cevaben: Birinci şıkkın cevabı bu risalenin dördüncü nükteli işaretinin üçüncü esasının son kısmında geçmişti. İkinci şıkkın cevabı ise şöyledir: Nasıl ki bir insan hasta olsa ilaç için hekime gider. Mühendislik noktasında bir işi olsa mühendise müracaat eder. Şeriatla ilgili konuları müftüden öğrenir ve bunun gibi!
Öyle de, Sahâbe içinde ehâdîs-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için ulemâ-yı Sahâbeden bir kısım, ona ma‘nen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı.
Tıpkı bunun gibi, Efendimizin hadislerini gelecek asırlara ders vermek ve nakletmek noktasında sahabenin özellikle ilimle meşgul olanlarına manevi olarak vazife verilmişti. Bütün güçleriyle bu manevi görevlerine çalışıyorlardı.
Evet, Hazret-i Ebû Hüreyre, bütün hayatını hadîsin hıfzına vermiş. Hazret-i Ömer, siyâset-i âlem ile ve hilâfet-i kübrâ ile meşgul imiş.
Mesela, Hz. Ebu Hüreyre bütün hayatını hadis öğrenmeye ve nakletmeye adamış. Hz. Ömer ise siyaset âlemiyle ve İslamın en büyük dairesi olan hilafet makamıyla meşgul olmuş.
Onun için, ehâdîsi ümmete ders vermek için, Ebû Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zâtlara i‘timâd edip, ondan, rivâyeti az ederdi.
İşte bu sebepledir ki, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi İslam devletinin yöneticileri olan sahabeler; hadis-i şerifleri ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Cabir b. Abdullah gibi sahâbelere güvenip, bu vazifeyi onların kuvvetli omuzlarına bıraktıkları için onlardan daha az hadis rivayet ederlerdi.
Hem madem sıddîk, sadûk, sâdık ve musaddak bir Sahâbenin meşhur bir nâmdârı, bir tarîk ile bir hâdiseyi haber verse, yeter denilir. Başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hâdiseler iki-üç tarîk ile geliyor.[13]
Hem de dosdoğru sözlü, her hali doğruluk üzere, her şeyden daha fazla İslam’a sadakatle bağlı ve doğrulukları herkesçe tasdik edilen sahâbelerden hele de meşhur ve nam sahibi bir sahabe Efendimizle ilgili bir haber verse; diğer sahabeler tarafından onun verdiği haber yeterli bulunur. Başkalarının aynı hadiseyi nakletmesine ihtiyaç kalmaz. İşte bu sebeplerle önemli hadiseler sadece iki üç rivayet yolundan geliyor.
[1] Minber-i Şerif, minber, ‘kademe kademe yükselerek çıkılan yer’ anlamına gelir. Efendimize nispetle şerif unvanını alır. Cuma namazlarında imamın hutbe vermek için çıktığı çok basamaklı yere minber denilir. İslam’da ilk minber hicretin 7. Yılında Efendimiz (asm) için yapıldı. O zamana kadar Efendimiz (asm) hurma kütüğüne dayanarak sohbet ediyor ve hutbe veriyordu. Medine’de Efendimizin mescidinde halen mevcut olan minber, Osmanlı Padişahı Sultan 2. Murad Han tarafından gönderilen minberdir.
[2] Meşhur, İlim ehli ve bunlardan bilhassa fakihler tarafından umumiyetle bilinen ve ümmet tarafından genel bir kabule mazhar olan hüküm veya hadislere verilen unvandır. Tevatür manasını andırır.
[3] Sehl b. Sa’d, Medine’de en son vefat eden sahabedir. Hicret zamanı beş yaşındaydı. Efendimizi karşılayan çocuklardan biridir. Yaşının küçüklüğü sebebiyle savaşlara katılamadı. Bununla beraber Efendimizden çok ilim aldı. On beş yaşına kadar Efendimizin civarında bulunup hem ona hizmet etti hem de ilim öğrendi. Bereketli denebilecek bir ömür süren Hz. Sehl, 96 yaşında iken hicrî 91 yılında Medine’de vefat etti.
[4] Ebu Saidi’l Hudrî, Medineli Hazrec kabilesine mensuptur. Dedesi Hudre’ye nispet edilerek Hudrî lakabıyla anılmıştır. Uhud savaşında 13 yaşında bulunuyordu. Hendek gazvesi ve sonrasındaki 12 gazveye Efendimizle beraber katıldı. ‘Medine müftüsü’ ve ‘imam’ lakaplarıyla anılırdı. Genç sahâbelerin en fakihi odur. En çok hadis rivayet eden yedi sahabeden biridir. Ömrünü Medine’de ilim öğreterek geçirdi. Hicri 74 yılında Medine’de vefat etti.
[5] Übey b. Ka’b, Medineli Hazrec kabilesinin Neccaroğulları boyundandır. Mus’ab b. Umeyr (ra) vasıtasıyla Müslüman oldu. İkinci akabe biâtında bulundu. Hz. Peygambere vahiy kâtipliği yapan ilk Medineli sahabe odur. Aynı zamanda efendimizin sır kâtipliğini de yapardı. Bütün gazvelere katıldı. Hafız sahâbelerden biridir. Gerek Medineli ve gerekse dışarıdan gelenlere Kur’ân öğretirdi. Efendimiz (asm) Kur’ân’ın ondan öğrenilmesini tavsiye ederdi. Ona ‘Seyyidü’l-Kurra’ unvanını verdi. Efendimiz (asm) bir gün onu çağırıp “Allah sana Beyyine suresini okumamı emretti” buyurmuştur. Kurra’nın ilk tabakasını teşkil eden yedi seçkin sahabeden biridir. Kur’ân’ı kitaplaştırma çalışmasında Zeyd b. Sabit’in yardımcısıydı. Ömrü boyunca Kur’ân ile meşgul oldu. Hz. Osman’ın hilafetinin son zamanlarında Medine’de vefat etti.
[6] Kelâm, Allah’ın varlığından ve birliğinden bahseden, bu akideleri akıl, mantık ve hikmet çerçevesinde izah ve ispat etmeyi amaçlayan ilim dalıdır. Kelam ilmi için ilimlerin en şereflisi denilmiştir.
[7] Ebû İshak İsferâyinî, Nişabur ile Cürcan arasında bulunan İsferayin’de doğdu. Zamanın ilim merkezi olan Bağdat’ta kelam ve fıkıh dersleri aldı. Zamanın alimlerinden seçkin bir öğrenim gördü. Özellikle hadis, fıkıh ve kelam ilimlerinde derinleşti. Hatta müçtehid alimlerden kabul edilmiştir. Öyle ki, Ehl-i Sünnet Eş’arî ekolünün ikinci büyük alimi olarak kabul görmüştür. Nişabur’a gidip önceleri Ukayl Mescidi’nde ve daha sonraları kendi adına yapılan medresede uzun yıllar ders verdi. Birçok talebe yetiştirdi. Mutezileye karşı ehli sünneti müdafaa edip birçok tartılmada kesin galibiyet gösterdi. 1027 yılında Nişabur’da vefat etti.
[8] Hasan-ı Basrî, hicri 21 senesinde Medine’de doğdu. Annesi Hayre hatun, Resul-i Ekrem (asm)’ın eşlerinden Ümmü Seleme annemizin azatlısıydı. İşbu sebeple başta Ümmü Seleme annemiz olmak üzere alim sahâbelerin terbiyesinde yetişti. 12 yaşında Kur’ân’ı ezberledi. Yaklaşık 120 sahabeden doğrudan ders aldı. En ziyade Enes b. Malik (ra)’ten ders aldı. Vadi’l Kura denilen yere çekilip kendisini tamamen ilme verdi. Hz. Ali’nin halife olmasıyla birlikte Basra’ya yerleşti. Kısa süre ücretsiz kadılık yaptıktan sonra ömrünü talebe yetiştirmeye, halka vaaz ve nasihate adadı. Hicri 110 yılında Basra’da vefat etti. Fasih konuşan, etkili hutbeler veren ve hitabındaki etkisi Hz. Peygamber’e benzetilen çok zâhid ve yüksek takva sahibi bir alimdi. Sahabenin yaşantısına duyduğu özlemle, “yetmiş bedir gazisine yetiştim. Siz onları görseniz deli sanırdınız” derdi.
[9] Sünnet-i Seniyye, Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin yaptığı fiillerinin, gösterdiği tavırlarının, sergilediği hallerin tümüne ‘Onun güzel yolu’ anlamında sünnet-i seniyye denilir.
[10] Şeriat-ı garra, Resul-i Ekrem Efendimizin Kur’ân ve kendi sünnetiyle ortaya koyduğu parlak ve nuranî İslamî kural ve kanunların tümüdür. İnsanlık tarihinde Efendimizin ortaya koyduğu bu kaidelerin benzeri ortaya konulamamıştır.
[11] Çekirdeklerin patlaması ve sadece bir çekirdekten zamanla fışkıran bir ağaçtan bir milyon meyve alınması, Cenâb-ı Hakk'ın hepimiz tarafından gözle görülen icraatlarındandır. Dilediği anda ‘zaman’ perdesine ihtiyaç duymadan az yemeği çoğaltması da akla gayet uygundur.
[12] Batman, eskiden kullanılan ve bölgelere göre 2 ila 8 okka (bir okka 2183 kg) ağırlığa denk gelen ölçü birimidir. Daha ziyade sıvı veya hububat ölçümünde kullanılırdı. Günümüzde ülkemizin bazı yörelerinde 8 kg karşılığı olarak özellikle kavun-karpuz alışverişinde kullanılmaktadır.
[13] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 261-63