19. Mektub’un “On Sekizinci İşaret’inin Birinci Nüktesi’ni” cümle cümle izah eder misiniz?
On Sekizinci İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci Nükteli İşareti
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi‘ ve kırk vecihle i‘câzı isbat edilmiş bir mu‘cizesi dahi Kur’ân-ı Hakîm’dir.
Resul-i Ekrem (asm)’ın en büyük ve ebediyete kadar kalacak olan mucizesi hikmetlerle dolu olan Kur’ân’dır. Aynı zamanda Kur’an Resul-i Ekrem (asm)’ın peygamberliğinin yüzlerce delilini barındırır. Kur’ân’ın kendisi de kırk ayrı yönden mucizeli olduğu Risale-i Nur'un bir güneşi olan 25. Söz adlı eserde ispat edilmiştir.
İşte şu mu‘cize-i ekberin beyânına dâir Yirmi Beşinci Söz, takrîben yüz elli sahîfede kırk vech-i i‘câzını icmâlen beyân ve isbat etmiştir.
İşte bu en büyük mucizenin açıklanmasına dair yirmi beşinci söz adlı risale yaklaşık 150 sahifede Kur'an'ın kırk ayrı yönden mucizeli olduğunu hem açıklamış hem de ispat etmiştir.
Öyle ise, şu mahzen-i mu‘cizât olan mu‘cize-i a‘zamı o söze havâle ederek, yalnız iki-üç nükteyi beyân edeceğiz.
Öyle ise Resul-i Ekrem (asm)’ın peygamberlik delillerinin izah edildiği bu On Dokuzuncu Mektubun bu aşamasında mucizeler mahzeni olan ve mucizelerin en büyüğü bulunan Kur’ân-ı Kerim ile ilgili delillerin izah ve açıklamasını, ortaya koyduğu ispatları 25. Söz adındaki risaleye havale ederiz. Burada yalnız iki-üç nükteyi açıklayacağız.
Birinci Nükte:
Kur’ân’ın mûcizeleriyle ilgili birinci nükte:
Eğer denilse: “İ‘câz-ı Kur’ân belâgattedir. Halbuki umum tabakātın hakları var ki, i‘câzında hisseleri bulunsun. Halbuki belâgatteki i‘câzı, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir?”
Eğer denilse: “Kur’ân’ın mucizelik vasfı belagat[1]indedir. -Belagat yönünü herkes yetişip anlayamaz.- halbuki -anlayış ve kavrayış noktasında- bütün insan tabakalarının Kur’ân’ı anlamak, mucize yönlerini kavramak noktasında hisseleri olmak için hakları vardır. Hakikat-i halde ise belagat ilmini ve bu ilmin ışığında Kur’ân’ın belagatte gösterdiği mucizeleri insanların ancak binde biri derin araştırmalar sonucu anlayabilirler.”
Elcevab: Kur’ân-ı Hakîm’in her tabakaya karşı bir nevi‘ i‘câzı vardır. Ve bir tarzda i‘câzının vücûdunu ihsâs eder.
Cevaben: İçi dışı tamamen hikmetlerle dolu olan Kur’ân’ın -kavrayış, anlayış noktasında- her insan tabakasına karşı bir çeşit mucizeleri vardır. Kur’an, her insan tabakasına mucizelerinin bir çeşidinin varlığını hissettirir.
Meselâ, ehl-i belâgat ve fesâhat tabakasına karşı, hârikulâde belâgatteki i‘câzını gösterir.
Mesela, belagat ve fesahat[2] ilmini tahsil etmiş olan ilim tabakalarına karşı belagatinin olağanüstü seviyedeki mucizelerini gösterir.
Ve ehl-i şiir ve hitâbet tabakasına karşı, garib, güzel, yüksek üslûb-u bedîin i‘câzını gösterir.
Şiir ve hitabet ehli olan insan tabakasına karşı, alışılmadık, çok güzel, yüksek ve benzersiz bir üslup ile -hitabet ve söz sanatı noktasındaki- mucizelerini gösterir.
O üslûb, herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklîd edemiyor. Mürûr-u zaman o üslûbu ihtiyârlatmıyor. Dâimâ genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensûr bir nazımdır ki, hem âlî, hem tatlıdır.
Kur’ân’ın hitabet ve şiir noktasındaki üslubu herkesin hoşuna gittiği halde hiç kimse onu taklit edemiyor. Zamanın geçmesi Kur’ân’ın o üslubunu ihtiyarlatmıyor.[3] Kur’an her daim genç ve taze olarak duruyor. Öyle intizamlı bir anlatım ve dilbilgisi kurallarına son derece dikkat eden bununla beraber ölçüyü asla kaçırmayan hem yüce ve hem de tatlı bir kitaptır. Şiire benzer ama şiir değildir. Nesir halinde gider ama sırf nesir değildir. Sırf kendine özgüdür.
Hem kâhinler ve gāibden haber verenler tabakasına karşı, hârikulâde ihbârât-ı gaybiyedeki i‘câzını gösterir.
Hem de kâhinler veya gâibden haber veren kişilere karşı, gâibden haber verme noktasında olağanüstü haberler vererek mucizelerini gösterir.
Ve ehl-i târîh ve hâdisât-ı âlem ulemâsı tabakasına karşı, Kur’ân’daki ihbârât ve hâdisât-ı ümem-i sâlife ve ahvâl ve vâkıât-ı istikbâliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i‘câzını gösterir.
Tarih ilmi, uluslararası ilişkiler, dünya tarihi gibi ilimleri tahsil eden kişilere karşı, geçmiş milletlerin yaşadıkları hadiseler hakkında, geçmiş milletlerin halleri hakkında, gelecekte olacak olaylar hakkında, kabir âleminde olacaklar hakkında, ahiret âlemlerinde olacak hadiseler hakkında öyle haberler verir ki, muhataplarını tamamıyla aczde bırakır. Mucizeliğini gösterir.
Ve ictimâiyât-ı beşeriye ulemâsı ve ehl-i siyâset tabakasına karşı, Kur’ân’ın desâtîr-i kudsiyesindeki i‘câzını gösterir. Evet, o Kur’ân’dan çıkan şerîat-ı kübrâ, o sırr-ı i‘câzı gösterir.
Yine Kur’an, toplum bilimcilere ve siyaset ehli olan idarecilere karşı, insan toplumlarına en yüksek saadeti yaşatacak olan kutsi hayat düsturlarını göstermekle onları -benzerini getirmek noktasında- aczde bırakır. Mucizeliğini gösterir. Evet, Kur’ân kaynağından ortaya çıkan o büyük hukuk sistemi mucizenin sırlarını gösterir.
Hem maârif-i İlâhiye ve hakāik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur’ân’daki hakāik-i kudsiye-i İlâhiyedeki i‘câzı gösterir. Veya i‘câzının vücûdunu ihsâs eder.
Hem Kur’ân, Allah’ı tanımaya çalışan, yaratılış kanunlarıyla -ki buna modern bilim ve modern dünya tabiat diyor- meşgul olan, o kanunları öğrenmeye, çözmeye, kullanmaya çalışanlara karşı, Allah’ın mukaddes sıfatlarını ve varlıkların hakikatlerini anlatmak, öğretmek suretiyle mucizelerini gösterir. Kendisinde bu konuda da mucizeler olduğunu hissettirir.
Ve ehl-i tarîkat ve velâyete karşı, Kur’ân bir deniz gibi dâimâ temevvücde olan âyâtının esrârındaki i‘câzını gösterir.
Yine Kur’ân, tarikat, tasavvuf ile meşgul olan ve bir çeşit evliyalık kazanan kâmil insan tabakalarına karşı, devamlı surette dalgalanmakta olan ayetlerinin sırlarında gizli olan mucizelerini gösterir.
Ve hâkezâ, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i‘câzını gösterir.
Ve bunlar gibi kırk ayrı insan tabaksından her bir tabakaya karşı bir mucize penceresi açar. Mucizelerini muhataplarına gösterir.
Hatta yalnız kulağı bulunan ve bir derece ma‘nâ fehmeden avâm tabakasına karşı, Kur’ân’ın okunmasıyla, başka kitaplara benzemediğini kulak sâhibi tasdîk eder. Ve o âmî der ki: “Ya bu Kur’ân bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır. Bu ise hiçbir düşman dahi diyemez. Ve hem yüz derece muhâldir. Öyle ise, bütün işitilen kitapların fevkındedir. Öyle ise mu‘cizedir.”
Hatta bu tabakalar içinde hiçbir ilmî birikimi veya tahsili olmayan ve sadece dinleyici konumunda bulunan ve sadece bir derece anlayışı olan halk tabakasına karşı Kur’ân okunduğu zaman işiten her kulak sahibi bu okunan Kur’ân’ın başka kitaplara benzemediğini hemen anlar. Ve o ilimden yoksun olan kişi der ki: “Bu Kur’ân ya bütün dinlediğimiz kitapların aşağısında -onlardan daha değersiz- bir kitaptır. Böyle bir ihtimali ise Kur’ân’a düşman olanlar bile diyemezler. Hem de böyle bir durum yüz derece imkansızdır. Öyle ise bu Kur’ân, okunan ve işitilen kitapların tamamından yüksektir. Öyle ise bu Kur’ân mucizedir. Muhataplarını tamamıyla aczde bırakır.”
İşte bu kulaklı âmînin fehmettiği i‘câzı, ona yardım için bir derece îzâh edeceğiz.
İşte sadece dinleme durumunda olan ve bütün bildikleri işittiklerinden ibaret olan bu kalemsiz, ilimsiz tabakanın anlayıp idrak ettiği Kur’ân’ın mucize yönünün onlara bakan kısmını bir derece açıklayacağız.
Şöyle ki: Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân meydana çıktığı vakit, bütün âleme meydan okudu. Ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı.
Şöyle ki: Beyanı mucize olan Kur’ân’ın ayetleri indirilmek suretiyle meydana çıktığı vakit, "(Ve eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’ân)dan şüphe içindeyseniz, haydi onun benzerinden bir sûre getirin; eğer iddiânızda doğru kimseler iseniz, Allah’tan başka yardımcılarınızı da çağırın)[4] gibi ayetlerle bütün dünyaya meydan okudu. Bu meydan okuma, insanlarda iki ayrı şiddetli his uyanmasına neden oldu.
Birisi, dostlarında hiss-i taklîdi, yani sevgili Kur’ân’ın üslûbuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi.
Bu hislerden birisi, Kur’ân’ın dostlarında taklit etme hissiydi. Yani Kur’ân’a tabi olan dostlarında sevgili Kur’ân’ın üslubuna, tarzına benzemek arzusu ve onun gibi konuşma hissi oluştu.
İkincisi, düşmanlarda bir hiss-i tenkîd ve muâraza, yani Kur’ân üslûbuna mukābele etmekle, da‘vâ-yı i‘câzı kırmak hissi.
İkinci his ise, Kur’ân’ın ilahi bir kelam olduğunu kabul etmeyip ona düşman olmayı seçenlerde şiddetli bir tenkit ve Kur’ân’a karşı saldırma hissi meydana geldi. Yani Kur’ân’ın üslubuna karşılık vererek Kur’ân’ın mucizelik davasını kırma, onu ve davasını çürütme hissiydi.
İşte bu iki hiss-i şedîd ile milyonlar Arabî kitaplar yazılmışlar, meydandadır.
İşte bu pek şiddetli iki hissin sevkiyle milyonlarca sayıda Arapça kitaplar yazıldı. Bu kitaplar bugün de ortadadır.
Şimdi bütün bu kitapların en belîğleri, en fasîhleri Kur’ân’la beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, kat‘iyen diyecek ki: “Kur’ân bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kur’ân umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyle ise, her halde ya Kur’ân umumunun altında olacak. O ise, yüz derece muhâl olmakla beraber hiç kimse, hatta şeytan bile olsa diyemez. (Hâşiye)[5]
Kur’ân’a karşı oluşan iki şiddetli hissin sevkiyle yazılan bu kitapların en belâgatli, en fesahatli olanları bile Kur’ân ile -mukayese maksadıyla- okunduğu zaman her kim dinlerse dinlesin kesinlikle şöyle diyecektir: “Kur’ân bu kitapların hiç birisine benzemiyor. Demek ki Kur’an bu kitapların hiçbiriyle aynı derecede değildir. Öyle ise her hâlükârda bu Kur’ân ya bütün bu kitapların derecesinin altındadır. Hepsinden daha önemsizdir. Böyle bir ihtimali ise şeytan bile söyleyemez.”
Öyle ise Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, yazılan umum kitapların fevkindedir.”
Öyle ise beyanı mucize olan bu Kur’an yazılan kitapların hepsinden üstündür.”
Hatta ma‘nâyı da fehmetmeyen câhil, âmî tabakaya karşı da Kur’ân-ı Hakîm, usandırmamak sûretiyle i‘câzını gösterir.
Hatta hikmetli Kur’ân herhangi bir manayı anlamayan cahil, ilimsiz ve kalemsiz tabakaya karşı da onları usandırmamak suretiyle mucizeliğini gösterir.
Evet, o âmî, câhil adam der ki: “En güzel, en meşhur bir beyti iki-üç def‘a işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur’ân ise hiç usandırmıyor. Gittikçe daha ziyâde dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyle ise, bu insan sözü değildir.”
Evet, ilimsiz ve kalemsiz olan cahil kişiler derler ki: “En güzel, en meşhur bir beyti, bir metni iki üç defa işitsem beni usandırıyor. Kur’ân ise -ne kadar dinlersem dinleyeyim- hiç usandırmıyor. Hatta dinlemesi gittikçe daha çok hoşuma gidiyor. Öyle ise bu kitap bir insan sözü değildir.”
Hem hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi Kur’ân-ı Hakîm, o nâzik, zayıf, basit ve bir sahîfe kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında o büyük Kur’ân ve çok yerlerinde iltibâs ve müşevveşiyete sebebiyet veren, birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin teşâbühüyle beraber, kemâl-i suhûletle, kolaylıkla o çocukların hâfızalarında yerleşmesi sûretinde, i‘câzını onlara dahi gösterir.
Hem de Kur’ân, hafızlık için çalışan çocuklar tabakasına karşı bile mucizesini gösteriyor. Çünkü oldukça nazik, zayıf, basit fıtratlı olan ve normalde bir sayfalık metni bile ezberine alamayan çocukların küçücük başlarında kolaylıkla yerleşiyor. Hâlbuki Kur’ân’ın birçok yerlerinde ayetler birbirine benzerler. Bu benzerlik okurken karıştırmaya sebep olması gerekirken küçük çocukların bu en büyük manâları taşıyan Kur’ân’ı karıştırmadan ezber etmeleri bize gösteriyor ki, Kur’ân çocuklar tayfasını da mucizelerinden yoksun bırakmıyor.
Hatta az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekerâtta olanlara karşı Kur’ân’ın zemzemesi ve sadâsı, zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi‘ i‘câzını onlara da ihsâs eder.
Hastalar, yanlarında konuşulacak azıcık sözden veya gürültüden etkilenirler. Hele de ölüm anında bulunan insanlar yanlarında ses ve gürültü yapılmasından çok daha fazla etkilenir, rahatsız olurlar. Halbuki zemzem suyu gibi şifalı olan Kur’ân’ın okunması, o hastalara veya ölüm anında bulunan insanlara zemzem suyu gibi hoş ve tatlı gelir. İşte Kur’ân onlara bu yönüyle mucizeliğini hissettirir.
Elhâsıl: Kırk muhtelif tabakāta ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur’ân-ı Hakîm i‘câzını gösterir. Veya i‘câzının vücûdunu ihsâs eder. Kimseyi mahrum bırakmaz. Hatta yalnız gözü (Hâşiye) bulunan, kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi‘ alâmet-i i‘câzı vardır.
Sözün özü: Kur’ân, birbirinden farklı kırk insan tabakasına ve ayrı ayrı her bir insana kırk ayrı yönden mucize olduğunu gösterir. Kendisinde mucizeler olduğunu hissettirir. Hiç kimseyi mucizelerinden, hitabından mahrum etmez. Hatta sadece gördüğüne inanan, dinleme, sevme, ilim tahsil etmek gibi kabiliyetlerden yoksun olan ve sadece gördüğüne inanan kimselere bile Kur’ân’ın bir çeşit mucizelik alâmeti vardır.
Hâşiye: Yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz tabakasına karşı vech-i i‘câzı, burada gayet mücmel, muhtasar ve nâkıs kalmıştır. Fakat bu vech-i i‘câzı Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu Mektub'larda (Hâşiyecik) gayet parlak ve nûrânî ve zâhir ve bâhir gösterilmiştir. Hatta körler de görebilir. O vech-i i‘câzı gösterecek bir Kur’ân yazdırdık. İnşâallâh tab‘ edilecek. Herkes de o güzel vechi görecektir.
Dipnot: yalnız gördüğüne inanan, dinlemeyi bilmeyen ve kalpsiz denecek kadar kaba olan tabakaya karşı Kur’ân’ın mucizelik yönünün izahı burada oldukça özet, özetin de özeti olarak noksan kalmıştır. Fakat bu yöndeki mucizesini Sözler Mecmuasında 29. Söz adlı eserde ve Mektubât eserinde 30. Mektupta son derece parlak, nurani, açık ve anlaşılır şekilde gösterilmiştir. Öyle ki bu delilleri kör olan bile görebilir. Göze bakan mucizesini herkese gösterecek bir Kur’ân yazdırdık. İnşallah basıma girecek. Herkes rahatlıkla Kur’ân’ın göze bakan mucizesini görebilecek.
Şöyle ki: Hâfız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor.
Şöyle ki, Kayışzâde Hafız Osman[6] hattıyla basılan Kur’ân’ın kelimeleri birbirine bakıyor.
Meselâ, Sûre-i Kehf’de وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır’daki (قِطْم۪يرٍ) kelimesi az bir inhirâf ile görünecek. Ve o kelbin ismi de anlaşılacak.
Mesela, Kehf Suresinde “sekizincileri köpekleridir” kelimesinden alta doğru yapraklar delinmiş olsa Fâtır Sûresindeki “Kıtmîr” kelimesi az bir şaşma ile üstteki kelimenin tam altında olduğu görünecek. Ve o ayette ifade edilen köpeğin isminin ne olduğu anlaşılacak.
Ve Sûre-i Yâsîn’de iki def‘a (مُحْضَرُونَ) birbiri üstüne ve es'Sâffât’daki (مُحْضَر۪ينَ) ve (مُحْضَرُونَ) hem birbirine, hem onlara bakıyor. Biri delinse, ötekileri az bir inhirâfla görünecek.
Yine Yasin Suresinde iki defa (مُحْضَرُونَ) birbiri üstüne denk geliyor. Saffat suresindeki (مُحْضَر۪ينَ) ve (مُحْضَرُونَ) ibareleri he birbirine ve hem de Yasin suresindeki (مُحْضَرُونَ) ibaresine denk geliyor. İğne ile delinse az bir sapma ile denk geldikleri görünecek.
Meselâ, Sûre-i Sebe’nin âhirinde, Sûre-i Fâtır’ın evvelindeki iki (مَثْنٰي) birbirine bakar. Bütün Kur’ân’da yalnız üç (مَثْنٰي) dan ikisi birbirine bakmaları tesâdüfî olamaz. Ve bunların emsâli pek çoktur.
Mesela, Sebe Suresinin sonundaki (مَثْنٰي) ile Fâtır Suresinin başındaki iki adet (مَثْ نٰي) kelimeleri birbirine bakar. Kur’ân’ın bütününde sadece üç adet (مَثْنٰي) kelimesi olduğu halde bunlardan iki adedinin birbirine tam olarak denk gelmesi tesadüf eseri olamaz. Bunların benzeri çoktur.
Hatta bir kelime, beş-altı yerde yapraklar arkasında az bir inhirâfla birbirine bakıyor. Ve Kur’ân’ın birbirine bakan iki sahîfesinde, birbirine bakan cümleleri kırmızı kalemle yazılan bir Kur’ân’ı ben gördüm. “Şu vaz‘iyet dahi bir nevi‘ mu‘cizenin emâresidir” o vakit dedim.
Hatta bir kelime beş altı ayrı sayfada yapraklar arkasında azıcık bir sapma ile birbirine denk geliyor. Kur’ân’ın birbirine denk gelen iki ayrı sayfasında birbirine denk gelen cümlelerin kırmızı kalemle yazıldığı bir Kur’ân’ı görmüştüm. İşte o zaman, “Şu durum dahi Kur’ân’ın göze bakan bir çeşit mucizesidir” dedim.
Daha sonra baktım ki, Kur’ân’ın müteaddid yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, ma‘nîdâr bir sûrette birbirine bakar.
Daha sonra daha dikkatli baktım. Kur’ân’ın birçok yaprakları arkasında birbirine bakan çok cümleleri olduğunu gördüm. Bu cümleler çok anlamlı şekilde birbirine bakarlar.
İşte tertîb-i Kur’ân, irşâd-ı Nebevî ile, münteşir ve matbû‘ Kur’ân’lar da ilhâm-ı İlâhî ile olduğundan, Kur’ân-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında bir nevi‘ alâmet-i i‘câz işareti var.
İşte Kur’ân’ın tertibi Hz. Peygamberin yol göstermesiyle âyet-berkenar[7] ölçüsüyle yapıldı. Bu tertip üzere yazılıp basılan Kur’ân nüshaları Allah’ın ilhamıyla düzenlendiği için, her yönü hikmetli olan Kur’ân’ın harflerinin nakşında ve hat ile yazılmasında bir çeşit mucizelik yönü vardır.
Çünkü o vaz‘iyet, ne tesâdüfün işi, ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhirâf var ki, o da tab‘ın noksânıdır ki, tam muntazam olsa idi, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.
Çünkü Kur’ân ayetlerinin bu şekilde ve çoklukla denk gelmesi ne tesadüfün işidir ne de bir insan fikridir. Bununla beraber bazı sapmalar var ki, o sapmalar baskı hatasıdır. Şayet tam düzenli olsaydı kelimeler her daim birbiri üzerine denk gelecekti.
Hem Kur’ân’ın Medine’de nâzil olan mütevassıt ve uzun sûrelerinin her bir sahîfesinde lafzullâh pek bedî‘ bir tarzda Ağleben ya beş, ya altı, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya on bir aded tekrar ile beraber, bir yaprağın iki yüzünde ve karşı karşıya gelen sahîfede (Hâşiye-1) güzel ve (Hâşiye-2) ma‘nîdâr bir (Hâşiye-3) münasebet-i adediye (Hâşiye-4) gösterir.[8]
Kur’ân’ın Medine’de indirilen orta uzunlukta ve daha uzun olan surelerinin her bir sayfasında Allah lafzı pek eşsiz bir tarzda tekrar edilmiş. Çoğunlukla beş veya altı veya yedi veya sekiz veya dokuz veya on bir adet tekrar ile bazen bir yaprağın iki yüzünde veya karşılıklı sayfalarda çok güzel ve anlamlı bir sayı münasebeti olduğunu gösterir.[9]
Hâşiye-1: Hem ehl-i zikir ve münâcâta karşı Kur’ân’ın ziynetli ve kāfiyeli lafzı ve fesâhatli, san‘atlı üslûbu ve nazarı kendine çevirecek belâgatin mezâyâsı çok olmakla beraber, ulvî ciddiyetini ve İlâhî huzuru ve cem‘iyet hâtırı veriyor, ihlâl etmiyor. Halbuki o çeşit mezâyâ-yı fesâhat ve san‘at-ı lafziye ve nazım ve kāfiye, ciddiyeti ihlâl eder. Zarâfeti işmâm ediyor, huzuru bozar, nazarı dağıtır. Hatta münâcâtın en latîfi ve en ciddîsi ve en ulvî nazımlı ve Mısır kaht ve galâsının sebeb-i ref‘i olan İmâm-ı Şâfiî’nin meşhur bir münâcâtını çok def‘a okuyordum. Gördüm ki, nazımlı, kāfiyeli olduğu için, münâcâtın ulvî ciddiyetini ihlâl eder. Sekiz-dokuz senedir virdimdir. Hakîkî ciddiyeti, ondaki kāfiye ve nazımla birleştiremedim. Ondan anladım ki, Kur’ân’ın hâs, fıtrî, mümtâz olan kāfiyelerinde, nazım ve mezâyâsında bir nevi‘ i‘câzı var ki, hakîkî ciddiyeti ve tam huzuru muhâfaza eder, ihlâl etmez. İşte ehl-i münâcât ve zikir bu nevi‘ i‘câzı aklen fehmetmezse de, kalben hisseder.
Hem de zikir ve yakarış ehline karşı Kur’ân’ın süslü ve kafiyeli kelimeleri ve son derece açık ve sanatlı üslubu, belagatinin nazarları kendine çevirecek derecede meziyetli olmasıyla beraber, yüksek bir ciddiyet ve kaynağı ilahî olan huzuru bütün olarak insanın hatırına getiriyor. Halbuki bu çeşit fesahatli sözlerine meziyetleri ve lafızların sanatları, nazmı ve kafiyesi sözün özünde saklanması gerekene ciddiyeti bozar. Zarafeti çağrıştırır fakat sözü dinlemedeki huzuru bozar, insanın dikkatini dağıtır. Hatta İmam Şafiî’nin; yakarışların en latif, en ciddi ve en yüksek ölçüde yazılmış olan ve Mısır ülkesinden kıtlığın kalkmasına sebep olan yakarışını çok defa okuyordum. Okudukça gördüm ki, bu yakarış, şiir ve kafiye esaslı olduğu için bir onun yüksek ciddiyetini bozuyor. Sekiz-dokuz senedir vird olarak okuyorum. Gerçek ciddiyet ile o yakarışta kullanılan kafiyeyi birleştiremedim. İşte buradan anladım ki, Kur’ân’ın kendine has, fıtrata uygun, seçkin olan kafiyelerinde, nazmında ve meziyetlerinde kendine özgü bir mucizeliği vardır ki, içeriğindeki hakiki ciddiyeti ve tam huzuru korur, bozmaz. İşte yakarış ve zikir ehli bu çeşit mucizeyi aklen anlamasa da kalbiyle hisseder.
Hâşiye-2: Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın ma‘nevî bir sırr-ı i‘câzı şudur ki: Kur’ân, İsm-i A‘zam’a mazhar olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın pek büyük ve pek parlak derece-i îmânını ifade ediyor. Hem mukaddes bir harita gibi âlem-i âhiretin ve âlem-i rubûbiyetin yüksek hakîkatlerini beyân eden gayet büyük ve geniş ve âlî olan hak dinin mertebe-i ulviyesini fıtrî bir tarzda ifade ediyor, ders veriyor. Hem Hâlik-ı Kâinât’ın umum mevcûdâtın Rabbi cihetinde, hadsiz izzet ve haşmetle hitâbını ifade ediyor. Elbette bu sûretteki ifâde-i Furkāna ve bu tarzdaki beyân-ı Kur’âna karşı, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓي اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ sırrıyla, bütün ukūl-u beşeriye ittihâd etse, bir tek akıl olsa dahi, karşısına çıkamaz, muâraza edemez. اَيْنَ الثَّرٰي مِنَ الثُّرَيَّا Çünkü şu üç esas nokta-i nazarında, kat‘iyen kābil-i taklîd değildir ve tanzîr edilmez.
2. Dipnot: Beyanı dahi mucize olan Kur’ân’ın manevi mucizeliğinin bir sırrı da şudur: Kur’ân, İsm-i A’zam’a mazhar olan Resul-i Ekrem (asm)’ın imanının pek büyük ve pek parlak derecesini ifade ediyor. Hem de mukaddes bir harita gibi ahiret âleminin ve Cenâb-ı Hakk'ın Rablığını icra ettiği âlemdeki yüksek hakikatleri açıklayan; son derece büyük, geniş ve yüksek olan hak dinin yüksek mertebesini yapmacık olmaksızın ifade edip ders veriyor. Hem de kâinatın yaratıcısının, bütün varlıkların yaratıcısı yönüyle görünen sınırsız haşmet ve izzetini ifade ediyor. Elbette Kur’ân’ın bu surette görünen eşsiz ifadesine ve beyanına karşı, “(Habibim ya Muhammed!) deki: “Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, onun bir benzerini getiremezler” ayetinin sırrıyla; insanların akıllarının tamamı bir araya gelse ve bir tek akıl olsa bile Kur’ân’ın karşısına çıkamaz, itiraz edemez. “Yer nerede, Süreyya (Ülker yıldızı) nerede.” Çünkü burada zikrettiğimiz üç noktanın açısından bakınca Kur’ân’ın taklit edilmesi kesinlikle mümkün değildir. Ona nazire (bir benzer) getirilemez.
Hâşiye-3: Kur’ân-ı Hakîm’in umum sahîfeleri âhirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kāfiye ile nihâyeti hitâm buluyor. Bunun sırrı şudur ki: En büyük âyet olan Müdâyene âyeti sahîfeler için, Sûre-i İhlâs ve Kevser satırlar için bir vâhid-i kıyâsî ittihâz edildiğinden, Kur’ân-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve i‘câz alâmeti görülüyor.
3. Dipnot: Hikmetli Kur’ân’ın sayfalarının tamamının sonunda cümleler sona ediyor. Ayet sonları güzel bir kafiye ile bitiyor. Bunun sırrı şudur: En uzun ayet olan müdâyene (borç) ayeti sayfa ölçüsü olarak ve ihlas ve kevser sureleri de satır ölçüsü olarak kabul edilince hikmetli Kur’ân’ın bu güzel meziyeti ve mucizelik alâmeti ortaya çıkıyor.
Hâşiye-4: Bu makamın bu mebhasında gayet ehemmiyetli ve haşmetli ve büyük ve Risâle-i Nûr’un muvaffakiyeti noktasında gayet ziynetli ve sevimli ve müşevvik bir kerâmetin pek az ve cüz’î vaz‘iyet ve kısacık numûnelerine ve küçücük emârelerine [acelelik belâsıyla] iktifâ edilmiş. Halbuki o büyük hakîkat ve o sevimli kerâmet ise, tevâfuk nâmıyla beş-altı nev‘leri ile Risâle-i Nûr’un bir silsile-i kerâmetini; ve Kur’ân’ın göze görünen bir nevi‘ i‘câzın lemeâtını; ve rumûzât-ı gaybiyenin bir menba‘-ı işârâtını teşkîl ediyor. Sonradan Kur’ân’da lafzullâhın tevâfukundan çıkan bir lem‘a-i i‘câzı gösteren yaldız ile bir Kur’ân yazdırıldı. Hem Rumûzât-ı Semâniye nâmındaki sekiz küçük risâleler, hurûfât-ı Kur’âniyenin tevâfukātından çıkan münâsebet-i latîfe ve işârât-ı gaybiyelerinin beyânında te’lîf edildi. Hem Risâle-i Nûr’u tevâfuk sırrıyla tasdîk ve takdîr ve tahsîn eden Kerâmet-i Gavsiye ve üç Kerâmet-i Aleviye ve İşârât-ı Kur’âniye nâmındaki beş aded risâleler yazıldı. Demek Mu‘cizât-ı Ahmediye’nin (asm) te’lîfinde, o büyük hakîkat icmâlen hissedilmiş. Fakat maatteessüf, müellif yalnız bir tırnağını görüp göstermiş. Daha arkasına bakmayarak koşup gitmiş.
4. Dipnot: Bu bahsin bu makamında son derece önemli, haşmetli, büyük ve Risale-i Nur’un muvaffak olması noktasında son derece süslü ve sevimli ve teşvik edici bir kerametinin azıcık ve küçücük bir haline ve kısacık numunelerine ve küçücük emareleriyle yetinilmiştir. Halbuki o büyük gerçeklik ve o sevimli keramet, tevafuk namı altında Risale-i Nur’un beş-altı çeşit kerametini ve Kur’ân’ın mucizelerinden göze bakan kısmının bir parıltısını ve gaybî işlerin bazı remizlerin işaretlerinin bir kaynağını teşkil ediyor. Sonraları Kur’ân’daki Allah lafızlarının denk gelmesinden ortaya çıkan bir mucize parıltısını taşıyan yaldızlı bir Kur’ân yazıldı. Yine Rumûzât-ı Semâniye: Sekiz Remizler, adı verilen sekiz küçük risale; Kur’ân harflerinin anlamlı şekilde denk gelmesinden ortaya çıkan latif münasebetler ve gaybî işaretleri beyan etmek için telif edildi. Hem de Risale-i Nur’u tevafuk sırrıyla doğrulayan, takdir eden ve güzel bulan Gavs-ı Azam’ın kerametini ve Hz. Ali’nin kerametini konu alan üç ayrı eser ve Kur’ân’ın işaretlerine dair beş ayrı risale yazıldı. Demek oluyor ki, 19. Mektup yazılacağı zaman bu büyük hakikatler hissedilmiş. Fakat üzülerek belirteyim; müellif bu hakikatin sadece tırnak kadarını görmüş ve muhataplarına göstermiş. Bir daha da arkasına bakmadan koşup gitmiş.
[1] Belagat, bir sözün fasih olmakla beraber yer ve zamana uygun olmasına denilir. ‘Mukteza-yı hâle mutabık söz söylemek’ diye tarif edilmiştir.
[2] Fesahat, açık seçik olma, havanın berrak derecede açık olması anlamlarına gelir. Söylenen sözün kusurlardan arınmış olmasına fesahat ve sözü bu şekilde sarf edene veya bu şekilde söylenen söze fasîh denilir.
[3] Halbuki insanların söyledikleri sözler zamanın geçmesiyle mutlaka eskiyor, adeta ihtiyarlıyor. Gündemde kalamıyor.
[4] El-Bakara, 2/23
[5] Hâşiye: Yirmi Altıncı Mektub’un ehemmiyetli Birinci Mebhası, şu cümlenin hâşiyesi ve îzâhıdır. Dipnot: 26. Mektup adlı risalenin çok önemli olan Birinci Mebhas adlı bölümü şu cümlenin dipnotu ve aynı zamanda açıklamasıdır.
[6] Kayışzâde Hafız Osman, Burdurludur. İlk öğrenimini ve hafızlığını Burdur’da yaptı. İlim tahsili için İstanbul’a gitti. Kazasker Mustafa İzzeddin Efendi’den hat dersleri aldı. Özellikle sülüs ve nesih hatlarına yoğunlaştı. Hayatını Mushaf yazarak geçirdi. Okunması kolay şekilde yazdığı Mushaflar İslam âlemine yayıldı. Kur’ân’ı âyet-berkenar ölçüsüyle yazdı. Bu usulde sayfa ölçüsü olarak müdâyene ayetini ve satır ölçüsü olarak da kevser ve İhlas surelerini esas aldı. Böylece Kur’ân’ın bütün sayfaları ayet ile başlayıp ayetle bitmiş oldu. Hiçbir cümlesi yarım kalıp diğer sayfaya taşmadı. 1894 yılında Kur’ân’ı 107. Defa yazarken Yusuf Sûresi 12. Ayette iken Ramazan ayında teravih namazı kıldırırken rükû halinde vefat etti.
[7] Âyet-berkenar, Kur’ân’ın bütün sayfalarının ayet ile başlayıp ayetle bitmiş olması durumu.
[8] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 306-308