19. Mektub’un "On Üçüncü İşareti’ni" cümle cümle izah eder misiniz?
On Üçüncü İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun On Üçüncü Nükteli İşareti:
Mu‘cizât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hem mütevâtir, hem misâlleri pek çok bir nevi‘ dahi, hastalar ve yaralılar, nefes-i mübârekiyle şifâ bulmalarıdır.
Hasta ve yaralıların Peygamberimiz (asm)’ın mübarek nefesiyle şifa bulmaları şeklinde tezahür eden ve Efendimizin peygamberliğine delil olan mucizelerin örnekleri çok görülmüş olan mucize çeşitlerinden biridir. Bu mucize çeşidinin kesinlik derecesi hadis ilminde kabul edilen sıhhat derecelerine göre tevatür derecesindedir.
Şu nevi‘ mu‘cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, nevi‘ i‘tibâriyle ma‘nevî mütevâtirdir. Cüz’iyâtları, bir kısmı dahi ma‘nevî mütevâtir hükmündedir.
Peygamber Efendimizin bu çeşit mucizesi, mucize örneklerinin her biri değilse de tür olarak manevi mütevâtir derecesinde kesinliği vardır. Örneklerinden bazıları da manevi mütevâtir hükmündedir.
Diğer kısmı âhâdî ise de, ilm-i hadîsin müdakkik imamları tashîh ve tahrîc ettikleri için, kanâat-i ilmiye verir. Biz de pek çok misâllerinden birkaç misâlini zikredeceğiz.
Hasta ve yaralılarla ilgili bu çeşit mucize örneklerinin bazıları âhâdî (tevatür derecesine yetişemeyen haber) ise de hadis ilminin kavrayışı keskin âlimleri, öncüleri tarafından sıhhatli oldukları anlaşılıp senetleriyle birlikte eserlerine almaları insaf ehli her insana ilmî kanaat verir. Biz de hasta ve yaralılarla ilgili bu mûcizelerin birkaç misalini burada zikredeceğiz.
Birinci Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Allâme-i Mağrib Kādî Iyâz, Şifâ-yı Şerîf’inde ulvî bir an‘ane ile ve müteaddid tarîklerle,
Mağrip ülkesinin (kuzey Afrika’nın en batısı) en âlimi olan Kadı İyaz, Şifa-yı Şerif adlı siyer kitabında ulvî yani oldukça sağlam ve kısa bir rivayet senediyle ve birçok ayrı rivayet yollarından yapılan nakillerle kaydettiğine göre,
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hâdimi ve bir kumandanı ve Hazret-i Ömer’in zamanında ordu-yu İslâmın baş kumandanı ve İran’ın fâtihi ve Aşere-i Mübeşşere’den olan Hazret-i Sa‘d ibn-i Ebî Vakkâs diyor:
Resul-i Ekrem (asm)’ın hizmetini gören sahâbelerden, aynı zamanda komutan olarak atadığı ve Hz. Ömer (ra)’ın hilafeti zamanında İslam orduları baş komutanı olan ve Sasanî imparatorluğunu mahvedip İran ülkesini fetheden, daha dünyada iken cennetle müjdelenen on seçkin sahabeden birisi olan Sa’d İbn-i Ebû Vakkas şöyle diyor.
“Gazve-i Uhud’da ben Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında idim. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o gün kavsi kırılıncaya kadar küffâra oklar attı.
“Uhud Gazvesinde ben Resul-i Ekrem (asm)’ın yanında idim. Resul-i Ekrem (asm) o gün yayının eğimli kısmı kırılıncaya kadar kafirlere oklar attı.
Sonra bana okları veriyordu, ‘At!’ diyordu. Nasl’sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmayan okları verirdi. Ve bana emrederdi: ‘At!’ Ben de atardım. Kanatlı oklar gibi uçardı. Küffârın cesedinde yerleşirdi.
Sonra okları bana vermeye başladı. Bana ‘At!’ diyordu. Okun düzgün şekilde uçmasına sebep olan arka tarafındaki kanatçıklar olmayan oklardan da verir ve bana, ‘At!’ diye emreder, ben de atardım. Tıpkı kanatlı oklar gibi düz bir şekilde uçar ve kafirlerin bedenine isabet ederdi.
O halde iken Katâde ibn-i Nu‘mân’ın gözüne bir ok isâbet etmiş. Gözünü çıkarıp gözünün hadekası yüzünün üstüne indi.
Biz savaşta bu halde iken Katâde İbn-i Numan’ın gözüne bir ok isabet etmiş. İsabet eden ok onun gözünün iç sıvısını yanaklarına doğru akıtmıştı.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübârek şifâlı eli ile onun gözünü alıp eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak ve hiçbir şey olmamış gibi şifâ buldu.”
Resul-i Ekrem (asm), mübarek ve şifalı eliyle Katâde b. Numan’ın gözünü alıp yuvasına yerleştirdi. İki gözünden daha güzel olan göz olarak ve hatta gözüne hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu.
Şu vâkıa çok iştihâr etmiş. Hatta Katâde’nin bir hafîdi, Ömer ibn-i Abdülazîz’in yanına geldiği vakit, kendini şöyle ta‘rîf etmiş: “Ben öyle bir zâtın hafîdiyim ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun çıkmış gözünü yerine koyup birden şifâ buldu. En güzel göz o olmuş” diye, nazım sûretinde (Hâşiye[1]) Hazret-i Ömer’e söylemiş. Onun ile kendini tanıttırmış.
Şu hadise çok meşhur olmuş. Hatta Katâde İbn-i Numan (ra)’ın torunlarından birisi, Ömer b. Abdülaziz Hazretlerinin huzuruna çıktığı vakit kendini şöyle tanıtmış: “Ben öyle bir kişinin torunuyum ki, Resul-i Ekrem (asm) onun ok ile vurulması sebebiyle yerinden çıkmış olan gözünü yerine koyup yaralı gözü birden şifa bulmuştu. İki gözünden daha güzel olanı, Efendimizin yerine koyduğu gözü olmuştu” diye Ömer b. Abdülaziz Hazretlerine nazm (şiir) şeklinde söylemiş. Kendisini bu mucizeye mazhar olan dedesiyle tanıtmış.
Hem nakl-i sahîh ile haber verilmiş ki:
Hem sıhhatli bir şekilde nakledilerek haber verilmiş ki:
“Meşhur Ebî Katâde’nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede bir ok mübârek yüzüne isâbet etmiş. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübârek eli ile mesh etmiş. Ebî Katâde der ki: ‘Kat‘iyen ve aslâ, ne acısını ve ne de cerâhatini görmedim.’”
“Yevm-i Zî-kared[2] adlı gazvede sahabenin en meşhurlarından olan Ebu Katâde’nin mübarek yüzüne isabet etmiş. Resul-i Ekrem (asm) mübarek eliyle Ebu Katâde’nin yüzünü meşhetmiş. Yani sıvazlamış. Ebu Katade, “kesinlikle ve asla bu yaranın ne acısını ve ne de akıntısını görmedim” demiş.
İkinci Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Başta Buhârî ve Müslim kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki:
Başta İmam Buhari’nin El-Camiü’s-Sahih ve İmam Müslim’in es-Sahih adlı hadis kitapları olmak üzere sıhhati kesin olan hadis kitapları haber veriyorlar ki:
“Gazve-i Hayber’de Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî’yi bayrakdâr ta‘yîn ettiği halde, Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu.
“Resul-i Ekrem (asm) Hayber Gazvesinde Allah’ın aslanı Hz. Ali’yi[3] bayraktar olarak tayin ettiği halde Hz. Ali ortada yoktu. Çünkü gözlerinin şiddetli ağrısı vardı.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryâk gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifâ bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber kal‘asının pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal‘a-i Hayber’i fethetti.
Resul- Ekrem (asm) özel yapılmış şifalı bir ilaç gibi olan mübarek tükürüğünü Hz. Ali’nin gözlerine sürdü. Hz. Ali, dakikasında şifa buldu. Hastalığından geriye hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin yapılan yeni saldırıda Hz. Ali, Hayber kalesinin oldukça ağır olan kapısını yerinden çekip adetâ bir kalkan gibi kullandı. Hayber kalesini fethetti.
Hem o vâkıada Seleme İbn-i Ekva‘ın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip birden ayağı şifâ bulmuş.”
Hayber kalesinin fethi için yapılan savaşta Seleme İbn-i Ekvâ’nın bacağına kılıç ile vurulmuş. Bunun sonucu bacağı iyice yarılmıştı. Resul-i Ekrem (asm)’a getirildiği vakit Efendimiz (asm) onun yaralı bacağına nefes etti. Bacağındaki kılıç yarası birden şifa bulmuş.”
Üçüncü Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Başta Nesâî olarak erbâb-ı siyer, Osman ibn-i Huneyf’den haber veriyorlar ki, Osman diyor ki:
Başta İmam Nesâî olmak üzere Efendimizin hayatını araştıran siyer alimleri, Osman b. Huneyf’ten[4] nakil ile haber verdiklerine göte Osman b. Huneyf şöyle diyor:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına bir a‘mâ geldi. Dedi: ‘Benim gözlerimin açılması için duâ et.’ Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti:
“Resul-i Ekrem (asm)’ın yanına anadan doğma kör olan bir adam geldi. Efendimize hitaben, “benim gözlerimin açılması için dua et!” dedi. Resul-i Ekrem (asm) ona şöyle emretti:
فَانْطَلِقْ وَتَوَضَّأْ ثُمَّ صَلِّ رَكْعَتَيْنِ وَقُلِ اللّٰهُمَّ اِنّ۪ٓي اَسْئَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ اِنّ۪ٓي اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلٰي رَبِّكَ اَنْ يَكْشِفَ عَنْ بَصَر۪ي اَللّٰهُمَّ شَفِّعْهُ فِيَّ
O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük.”
“Şimdi git abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki, Ya İlahi! Muhakkak ki ben senden istiyorum ve rahmet nebisi olan peygamberin Muhammed (asm) ile sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Ya ilahi! Ona benim hakkımda şefaat ettir” demesi için emretti. O da gitti, Efendimizin emrettiği şekilde yaptı. Gözü açılmış ve görür halde geri geldiğini gördük.”
Dördüncü Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Büyük bir imam olan İbn-i Vehb haber veriyor ki:
Hadis ilminde büyük imamlardan olan İbn-i Vehb[5] şöyle haber veriyor:
“Gazve-i Bedir’in on dört şehîdinden birisi olan Muavviz ibn-i Afrâ, Ebû Cehil ile dövüşürken, Ebû Cehil-i Laîn o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına gelmiş.
“Bedir gazvesinin on dört şehidinden birisi olan Muavviz İbn-i Afrâ[6] savaş esnasında Ebu Cehil ile vuruşurken lanetli Ebu Cehil o kahraman sahabenin elini kesmiş. O da sağlam olan eliyle kesilen eli alıp Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin yanına gelmiş.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapıştırdı. Tükürüğünü ona sürdü. Birden şifâ buldu. Yine harbe gitti. Şehîd oluncaya kadar harb etti.”
Resul-i Ekrem (asm), Muavviz’in elini yerine yapıştırıp mübarek tükürüğünü yarasına sürmüş. Kesilen kol birden kaynayıp şifa bulmuş. O mübarek sahabe yeniden harbe gitti. Şehid oluncaya kadar savaştı.”
Hem yine İmâm-ı Celîl ibn-i Vehb haber veriyor ki:
Yine hadis imamlarından Celil İbn-i Vehb haber veriyor ki;
“O gazvede Hubeyb ibn-i Yesaf’ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi, dehşetli bir yara açılmış.
“O gazvede -Bedir savaşında- Hubeyb b. Yisaf’ın[7] omuz başına bir kılıç vurulmuş. Omuzu bu kılıç darbesiyle ikiye ayrılmış. Büyük bir yara açılmış.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eli ile yapıştırmış. Nefes etmiş, şifâ bulmuş.”
Resul-i Ekrem (asm)’a müracaat edince, Efendimiz (asm) onun ayrılan omuzunu eliyle yapıştırıp üzerine nefes etmiş. Anında şifa bulmuş.”
İşte şu iki vâkıa, çendân âhâdîdir ve haber-i vâhiddir. Fakat İbn-i Vehb gibi bir imam tashîh etse, Gazve-i Bedir gibi bir menba‘-ı mu‘cizât olan bir gazvede olsa, hem bu iki vâkıayı andıracak çok misâller bulunsa, elbette şu iki vâkıa kat‘î ve vâki‘dir, denilebilir.
İşte şu iki mucize, gerçi âhâdî denilen haber-i vahid derecesindedir. Yani tevatür derecesine erişemiyor. Fakat İbn-i Vehb gibi bir hadis imamı sıhhatli bulup bu rivayeti hadis eserine almış olsa, üstelik bu mucize Bedir Gazvesi gibi mucizeler kaynağı olan bir savaşta gerçekleşmiş olsa, bu iki mucizeye benzer şekilde çok mucize gerçekleşmiş olsa, elbette kaydedilen şu iki mucize olayı da kesin olarak gerçekleşmiştir, denilebilir.
İşte ehâdîs-i sahîha ile sübût bulan belki bin misâl var ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübârek eli ona şifâ olmuş.
İşte sahih hadislerle gerçekliği sabit olan hastalar ve yaralılarla ilgili bin mucize örneği var. Resul-i Ekrem (asm)’ın mübarek eli bu hastalıklara, yaralanmalara şifa olmuştur.
Bu parça altın ve elmas ile yazılsa liyâkati var.
Aşağıda yapılacak olan izahlar mürekkep yerine altın ve elmas gibi en değerli madenlerle yazılsa bile layıktır.
Evet, sâbıkan bahsi geçmiş, avucunda küçük taşların zikir ve tesbîh etmesi;
Evet, Efendimizin 19. Mektubun başından buraya kadar bahsi geçmiş olan mucizelerinden olarak; avucuna aldığı küçük taşların ‘Sübhanallah’ diyerek Allah’ı zikir ve tesbih etmesi,
وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sırrı ile aynı avucunda küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizâma sevk etmesi;
“Attığın zaman sen atmadın. Bilakis Allah attı” ayetinin sırrıyla Efendimizin aynı avucuna aldığı küçücük taş ve toprağın düşmana karşı top mermisi ve top güllesi hükmünde onları yenilgiye uğratması,
وَانْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile, aynı avucunun parmağı ile kameri iki parça etmesi;
“Ve ay ikiye yarıldı” ayetinin delil olmasıyla Efendimizin aynı avucunun parmaklarıyla Ay’ı iki parça etmesi,
ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi;
Ve Efendimizin aynı elinden çeşme gibi on parmağından su akması ve bir ordu insana o sudan içirmesi,
ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifâ olması, elbette o mübârek el, ne kadar hârika bir mu‘cize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir.
Ve Efendimizin aynı eliyle hastalara ve yaralılara şifaya vesile olması, netice verir ve anlaşılır ki; o mübarek el, ilahi kudretin harika bir mucizesi olduğunu gösterir.
Güya ahbâb içinde o elin avucu küçük bir zikirhâne-i Sübhânîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbîh ederler.
Adeta Efendimizin mübarek elinin avucu dostlarının içerisinde Sübhan olan Allah’ın zikir ve tesbih edildiği bir zikirhânedir ki, küçücük taşlar bile o mübarek elin avcuna girse Allah’ı zikir ve tesbih ederler.
Ve a‘dâya karşı küçücük bir cebhâne-i Rabbânîdir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur.
Ve o mübarek el, düşmana karşı Rabbimizin küçücük bir cephaneliğidir ki, içine taş ve toprak bile girse, o elin içinde gülle ve bomba olur.
Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczâhâne-i Rahmânîdir ki, hangi derde temas etse derman olur.
Ve o mübarek el, hastalara ve yaralılara karşı Rahman olan Allah’ın küçücük bir ecza hânesidir ki, hangi derde temas etse derman olur.
Ve celâl ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp Kāb-ı Kavseyn şeklini verir.
Ve o mübarek el, Celal -kahır, hiddet- ile kalktığı vakit, Ay’ı iki parça edip iki adet yarım ay şeklini verir. (Yani bu mucize Ay dolunay iken gerçekleşmiş ve iki adet yarım Ay oluşmuştur.)
Ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer.
Ve o mübarek el, Cemal -lütuf ve kerem- ile döndüğü vakit kevser suyu akıtan on musluklu Rahmet çeşmesine dönüşür.
Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle acîb mu‘cizâta mazhar ve medâr olsa,
Acaba! Böyle mübarek bir insanın sadece eli böyle ilginç ve manalı mucizelere hem vesile hem de mazhar olsa,
o zâtın Hâlik-ı Kâinât yanında ne kadar makbûl olduğu ve da‘vâsında ne kadar sâdık bulunduğu ve o el ile bîat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedâhet derecesinde anlaşılmaz mı?
Elbette bütün bunlardan; o mübarek elin sahibi olan mübarek insanın kâinatın yaratıcısının katında ne kadar değerli olduğu, aynı zamanda o mübarek insanın peygamberlik davasında ne denli doğru sözlü olduğu, o mübarek ele hürmet ile uzanıp tabi olanların ne derece bahtiyar oldukları, ispata ihtiyaç olmayacak kadar açık bir şekilde anlaşılmaz mı?
Bir Suâl: Deniliyor ki:
Bir soruda deniliyor ki:
“Sen çok şeylere mütevâtir dersin. Halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevâtir bir şey böyle gizli kalmaz.”
“Ey Said Nursi Hazretleri! Sen çok rivayetlere mütevâtir diyorsun. Halbuki biz bu rivayetlerin birçoğunu yeni işitiyoruz. Bir rivayetin mütevâtir olması için gizli kalmaması ve ilim erbabı arasında yaygın olması gerekir.”
Elcevab: Ulemâ-yı şerîat yanında çok mütevâtir ve bedîhî şeyler var ki, onlardan olmayana göre mechûldür.
Cevaben: Fıkıh âlimleri arasında mütevâtir olan apaçık meseleler vardır ki, fıkıh ilmine vakıf olmayanlara göre meçhul[8] olur.
Ehl-i hadîs yanında da çok mütevâtir var, sâirlerin yanında âhâdî de olmuyor.
Hadis âlimleri arasında da mütevâtir derecesinde kabul edilen birçok rivayet var. Hadis ilmine vâkıf olmayanların yanında tevatür derecesinde olmadığı gibi âhâdî derecesinde de olamıyor.
Ve hâkezâ, her fennin ehl-i ihtisâsı, o fenne göre bedîhiyâtı, nazariyâtı beyân edilir.
Ve bunlar gibi… Her bir ilmin uzmanı, ehli olan insanlar tarafından o ilim dalına göre bedihi -apaçık- olan ve olmayan kısımlar açıklanır.
Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisâsına i‘timâd eder, teslîm olur. Veya içine girer, görür.
Halkın bütünü ise o ilim dalının uzmanları olan âlimlere güvenir. Verdikleri hükme teslim olur. Veya güvenmeyenler o ilmin içine girer ve kendi gözüyle görürler.
Şimdi haber verdiğimiz hakîkî mütevâtir veya ma‘nevî mütevâtir veya tevâtür hükmünde kat‘iyeti ifade eden vâkıalar, hem ehl-i hadîs, hem ehl-i şerîat, hem ehl-i usûl, hem ekser tabakāt-ı ulemâda hükmünü öyle göstermiş.
Şimdi bizim bu risalede haber verdiğimiz hakiki tevatür derecesinde olan veya manevi mütevâtir derecesinde bulunan veya tevatür derecesinde olmasa bile tevatür gibi kesinliği ifade eden mucize olaylarını hem hadis âlimleri hem fıkıh âlimleri hem usul-i fıkıh âlimleri ve birçok ilim dalının âlimleri bu rivayetlerin kesin olduğuna dair hükmünü göstermişler.
Gaflette bulunan avâm veya gözünü kapayan nâdânlar bilmezlerse, kabahat onlara âittir.
Bu ilimlerden ve bu ilimlerin keskin hatlarla çizilmiş olan esaslarından haberi olmayanlar veya bu keskin kıstasları bildiği halde gözünü kapayan bilgisiz, kaba insanlar bu mucizelerin manevi değerini ve derecesini şayet bilmezlerse, bu konudaki kabahat kendilerine ait olur.
Beşinci Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
İmâm-ı Bagavî tahrîci ve tashîhi ile haber veriyor ki:
İmam Begavî[9] sıhhatli bulup eserine alarak bu hadisi ve hadiste verilen mucizeyi haber veriyor ki:
“Ali ibni’l-Hakem’in Gazve-i Hendek’de küffârın darbesiyle ayağı kırıldı. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mesh etti. Dakikasında öyle şifâ buldu ki, atından inmedi.”
“Hendek savaşında kafirlerden birinin vurmasıyla Ali b. Hakem’in[10] ayağı kırıldı. Resul-i Ekrem (asm) onun kırık ayağını mesh etti. Ali b. Hakem aynı dakikada öyle bir şifa buldu ki, atından aşağıya inmesine bile gerek kalmadı.
Altıncı Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Başta İmâm-ı Beyhakî ehl-i hadîs haber veriyorlar ki:
Başta imam Beyhakî olmak üzere hadis ilminin ehil ustaları, âlimleri haber veriyorlar ki:
“İmâm-ı Alî gayet hasta idi. Izdırabından kendi kendine duâ edip inliyordu.
“Hz. Ali (ra) son derece hasta idi. O kadar ki, hastalığın ızdırabından inleyerek kendi kendine dua ederek inliyordu.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi. Dedi: اَللّٰهُمَّ اشْفِه۪ ve ayağı ile Hazret-i Alî’ye dokundu. ‘Kalk!’ dedi. Birden şifâ buldu.” İmâm-ı Alî der ki: “Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim.”
Resul-i Ekrem (asm) yanına geldi. “Allah’ım ona şifa ver” dedi. Ayağı ile Hz. Ali’ye dokundu. ‘Kalk!’ dedi. Hz. Ali (ra), bu dua ve dokunuş vesilesiyle birden şifa buldu. İmam Ali (ra) der ki, “Efendimizin o duası ve dokunmasından sonra o hastalığı bir daha görmedim.”
Yedinci Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Şürahbîl el-Cu‘fî’nin meşhur kıssasıdır ki:
Şurahbil el-Cûfî’nin[11] meşhur kıssası şudur:
“Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle avucundaki uru mesh etti. Ve mübârek eli ile oğdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.”
“Şurahbil’in avucunda etten bir ur vardı. Bu sebeple kılıcı veya atın dizginini düzgün tutamıyordu. Resul-i Ekrem (asm) mübarek eliyle Şurahbil’in avucundaki uru mesh edip ovdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.”
Sekizinci Misâl:
Hasta ve yaralılarla ilgili mucizelerin birincisi:
Altı çocuğun her biri ayrı ayrı birer mu‘cize-i Ahmediyeye (asm) mazhar oldu.
Altı çocuktan her biri Efendimiz (asm)’ın ayrı birer mucizesine mazhar oldular.
Birincisi:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların birincisi:
İbn-i Ebî Şeybe muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i meşhûr haber veriyor ki:
İbn-i Ebî Şeybe adındaki manevi olgunluk sahibi, hakikat araştırmacısı ve meşhur hadis âlimlerinden olan âlim haber veriyor ki:
“Bir kadın bir çocuğu Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına getirdi. O çocukta bir belâ vardı. Konuşmuyordu. Abdâl idi.
“Kadının biri çocuğunu Resul-i Ekrem (asm)’ın yanına getirdi. O çocukta bulunan belalı bir illet sebebiyle çocuk konuşamıyordu. Aptal idi.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir su ile mazmaza etti. Elini yıkadı. O suyu kadına verdi. ‘Çocuğa içirsin’ ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından ve belâsından bir şey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemâl sâhibi oldu ki, ukalâ-yı nâsın fevkıne çıktı.”
Resul-i Ekrem (asm) biraz suyla elini yıkadı ve mübarek ağzında gargara yaptı. O az miktar suyu kadına verip “çocuğa içirmesini” emretti. Çocuk, o suyu içtikten sonra hastalığından ve üzerindeki beladan geriye hiçbir şey kalmadı. Öyle bir akıl ve olgunluk sahibi oldu ki, inanların akıllı olanlarının da üzerine çıktı.”
İkincisi:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların ikincisi:
Nakl-i sahîh ile Hazret-i ibn-i Abbâs demiş ki:
Sıhhatli ve doğru şekilde nakledildiğine göre Abdullah b. Abbas demiş ki:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mecnun bir çocuk getirildi. Mübârek elini onun göğsüne koydu. Birden çocuk istifrâ etti. İçinden küçük hıyâr kadar, siyah bir şey çıktı. Çocuk şifâ bulup gitti.”
“Resul-i Ekrem (asm)’ın yanına delice bir çocuk getirildi. Efendimiz (asm) mübarek elini o çocuğun göğsüne koydu. Çocuk aniden kustu. Çocuğun karnından küçük bir hıyar kadar, siyah bir şey çıktı. Çocuk o an şifa bulup gitti.”
Üçüncüsü:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların üçüncüsü:
İmâm-ı Beyhakî ve Nesâî nakl-i sahîh ile haber veriyorlar ki:
İmam Beyhakî ve İmam Nesâî sıhhatli bir şekilde haber veriyorlar ki:
“Muhammed ibn-i Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş. Bütün kolunu yakmış. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mesh edip tükürüğünü sürdü. Dakikasında şifâ buldu.”
“Muhammed b. Hatib[12] isminde bir çocuğun koluna kaynamakta olan bir tencereden kaynar su dökülmüş. Çocuğun kolunun tamamı yanmış. O halde iken Efendimizin yanına getirilmiş. Resul-i Ekrem (asm) çocuğun yanmış olan kolunu mesh edip mübarek tükürüğünü sürmüş. Çocuğun kolu anında şifa bulmuş.”
Dördüncüsü:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların dördüncüsü:
“Büyümüş fakat lisânı yok, büyükçe bir çocuk, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına geldi. Çocuğa ferman etmiş: ‘Ben kimim?’ Hiç konuşmayan dilsiz çocuk اَنْتَ رَسُولُ اللّٰهِ deyip tekellüme başlamış.”
“Resul-i Ekrem (asm)’ın yanına bedenen ve yaş itibariyle büyümüş ama konuşamayan büyükçe bir çocuk geldi. Efendimiz (asm) çocuğa ‘Ben kimim?’ diye sormuş. O vakte kadar hiç konuşmamış olan o dilsiz çocuk “sen Allah’ın elçisisin” deyip konuşmaya başlamış.”
Beşinci çocuk:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların beşincisi:
Âlem-i yakazada Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mükerrer sûrette müşerref olan Celâleddîn-i Süyûtî ve asrın imamı, tahrîc ve tashîh ile
Celaleddin Suyutî gibi yakaza halinde birçok defa Resul-i Ekrem (asm) ile görüşme şerefine nail olan ve kendi asrının müceddid imamı olan bir âlim sıhhatli bulup hadis eserine aldığına göre;
Mübârekü’l-Yemâme ismiyle meşhur bir zâtı, daha yeni dünyaya geldiği vakit Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına getirmişler. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmuş.
Mübarekü’l Yemâme adıyla meşhur olan bir kişiyi, daha yeni dünyaya geldiği vakit Resul-i Ekrem (asm)’ın yanına getirmişler. Resul-i Ekrem (asm) ona teveccüh etmiş.
Çocuk tekellüme başlamış. اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللّٰهِ demiş. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “بارك اللّٰه” demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış.
Çocuk bir anda konuşmaya başlamış. “Şehadet ederim ki, sen Allah’ın peygamberisin” demiş. Resul-i Ekrem (asm), “barekallah: Allah seni bereketli kılsın” demiş. Bebek, ondan sonra büyüyünceye kadar bir daha konuşmamış.
O çocuk bu mu‘cize-i Ahmediyeye (asm) ve “بارك اللّٰه” duâ-yı Nebevîsine mazhar olduğundan, Mübârekü’l-Yemâme ismiyle şöhret bulmuş.
O bebek, Efendimizin bu mucizesine ve ‘barekallah’ şeklindeki peygamber duasına uğradığından ‘Yemame’nin mübareği’ unvanıyla tanınmış.
Altıncı çocuk:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların altıncısı:
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken hırçın bir çocuk namazını kat‘ edip geçtiğinden, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَللّٰهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demiş.
Resul-i Ekrem (asm) namaz kılarken hırçın bir çocuk namazını kesip önünden geçtiği için, Resul-i Ekrem (asm), “Ya İlahena! Onun izini kes!” demiş.
Ondan sonra çocuk daha yürümemiş. Öyle kalmış. Hırçınlığının cezâsını bulmuş.
O çocuk ondan sonra bir daha yürüyememiş. Öylece kötürüm olarak kalmış. Hırçınlığının ve Efendimizin namazına karşı yaptığı edepsizliğin karşılığını bulmuş.
Yedinci çocuk:
Efendimizin mucizesine mazhar olan çocukların yedincisi:
Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemiş. Vermiş. Demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gayet hayâsız kadın o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının fevkınde bir hayâ sâhibi oldu.
Resul-i Ekrem (asm) yemek yerken çocuk tabiatlı hayasız bir kadın gelip Efendimizden yemek istemiş. Efendimiz (asm) vermiş. Kadın itiraz edip, “yok, senin ağzındaki lokmayı istiyorum” demiş. Çıkarıp ağzındaki lokmayı vermiş. Kadın alıp yemiş. O son derece hayasız olan kadın Efendimizin ağzından çıkardığı o lokmayı yedikten sonra; Medineli iffetli sahabe hanımlarının da üzerinde bir haya sahibi olmuş.
İşte bu sekiz misâl gibi seksen değil, belki sekiz yüz misâlleri var. Çoğu kütüb-ü siyer ve ehâdîsde beyân edilmiştir.
İşte hasta ve yaralılarla ilgili bu sekiz mucize misali gibi seksen değil belki de yüz mucize misali var. Sıhhatli ve güvenilir hadis ve siyer kitaplarının çoğunda kaynaklarıyla sağlam olarak açıklanmıştır.
Evet, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübârek eli, Hekîm-i Lokmân’ın bir eczâhânesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın (as) âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm’ın nefesi gibi meded-res ve şifâ-resân olsa
Evet, Resul-i Ekrem (asm)’ın mübarek eli, adeta Lokman Hekim’in bir eczâhânesi gibidir. Tükürüğü Hz. Hızır (as)’ın hayat suyu çeşmesi gibidir. Nefesi Hz. İsa (as)’ın nefesi gibi medet verir ve şifa dağıtır olsa,
ve nev‘-i beşer çok musibet ve belâlara giriftâr olsa, elbette Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hadsiz mürâcaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler. Cümlesi şifâ bulup gitmişler.
Ve insanoğlu birçok musibete ve belalara uğruyor olsa, elbette Resul-i Ekrem (asm)’a çok sayıda müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, deliler şifa için çoklukla gelmişler. Gelenlerin cümlesi şifa bulup gitmişler.
Hatta kırk def‘a hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdesti ile kılan Tâbiînin azîm imamlarından ve çok Sahâbeler ile görüşen Tâûs denilen Ebî Abdurrahmâni’l-Yemânî kat‘iyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki:
Kırk defa hacca giden. Kırk sene boyunca sabah namazını yatsı namazı için aldığı abdest ile eda edecek kadar dindar ve ilim ehli olan, tabiin neslinin en büyük imamlarından olan, çok sahabelerle görüşüp ders alan Tâvûs unvanı verilen Ebu Abdurrahman el-Yemânî[13] kesinliğine hükmederek sıhhatli bir şekilde demiş ki:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ne kadar mecnun gelmiş ise, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sînesine elini koymuş ise, kat‘iyen şifâ bulmuştur. Şifâ bulmayan kalmamış.”
“Resul-i Ekrem (asm)’a ne kadar deli, divane gelmiş ve Resul-i Ekrem (asm) o delinin göğsüne elini koymuş ise kesinlikle şifa bulmuştur. Gelip, Efendimize müracaat edip de şifa bulmayan kalmamış.”
İşte asr-ı saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kat‘î ve küllî hükmetmiş ise, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifâ bulmuş. Madem şifâ bulmuş, elbette mürâcaatlar binler olacaktır.[14]
İşte saadet asrına yetişmiş ve sahâbelerden ders almış olan böylesi bir imam, bu konuda kesin ve büyük bir hükme varmış ise, elbette şifa bulmak için Efendimiz (asm)’a gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illa şifa bulmuş. Madem gelenler şifa bulmuş, elbette Efendimize yapılan müracaatlar binlerce olacaktır.
[1] Dipnot: Bu metnin Arapça aslı şöyledir:اَنَا ابْنُ الَّذ۪ي سَالَتْ عَلَي الْخَدِّ عَيْنُهُ فَرُدَّتْ بِكَفِّ الْمُصْطَفٰٓي اَحْسَنَ الرَّدِّ فَعَادَتْ كَمَا كَانَتْ لِاَوَّلِ اَمْرِهَا فَيَا حُسْنَ مَا عَيْنٍ وَيَا حُسْنَ مَا رَدٍّ
[2] Zî-kared, Hayber yönünde Medine’ye iki gece bir günlük mesafede bir kuyudur. Yevm-i Zî-kared: Zî-kared günü demektir. Bu ibareden maksat, Hz. Peygamberin bu kuyu civarında yapmış olduğu askerî bir sefer kastedilmektedir. (Şifa-yı Şerif Tercümesi, Rehber Yayınları, c. 1, s. 249)
[3] Haydar, Arapçada aslan sürüsüne başkanlık eden ve diğer aslanlardan daha heybetli olan aslana haydar denilir. Bu lakap, İslam’da bir unvan olarak Hz. Hamza ve Hz. Ali için kullanılmıştır. Allah’ın kuvvetli aslanı anlamına gelir.
[4] Osman b. Huneyf, Medineli Evs kabilesine mensuptur. Bütün savaşlarda efendimizin yanında yer aldı. Hz. Ebu Bekir zamanında vuku bulan irtidat olaylarında büyük yararlıklar gösterdi. Irak bölgesinde İslami vergi sistemini kurdu. Onun kurduğu vergi sistemi diğer İslam beldelerine teşmil edildi. Hz. Ömer’in şehadetinden sonra Medine’ye dönüp ilimle meşgul oldu. Hz. Ali tarafından Basra valisi olarak tayin edildi. Cesur ve adil bir kişiliği olan bu mübarek sahabe 661 yılında Medine’de vefat etti.
[5] Abdullah İbn-i Vehb, hicrî 125 yılında Kahire’de doğdu. 17 yaşından itibaren ilim tahsiline girişti. Başta İmam Malik b. Enes, Süfyan-ı Sevrî, Süfyan b. Uyeyne gibi zamanın büyük allamelerinden dersler aldı. Doğrudan ders aldığı hocalarının sayısı 400 civarındadır. Bunların şüphesiz en önemlisi imam Malik’tir. 36 defa hacca gitmiş ve her haccında imam malik ile görüşüp işittiği hadisleri ona arz etmiş aynı zamanda fıkıh dersleri de almıştır. Kendisi de birçok hadis alimine hadis rivayet etmiştir. Hadis ilmindeki güvenilirliği sebebiyle bazen derslerinde izdihamlar olmuş hatta bir defasında bu izdiham sebebiyle yaralanmıştır. Ahmed b. Hanbel (ra) onun, “Salih bir âlim, fakih ve çok bilgili bir kişi olduğunu” belirtir. Hicrî 196 yılında Kahire’de vefat etti.
[6] Muavviz b. Afrâ, Medineli Ensar’dandır. Akabe biatlarında bulundu. Babasının adı Haris idi. Bazen babasına nispetle İbn-i Haris bazen de annesi Afra’ya nispet edilerek İbn-i Afra diye anılırdı. Bedir savaşının 14 şehidinden biridir. Ebu Cehil’e hücum edip yaraladığı sırada Ebu Cehil, oğlu İkrime’nin de yardımıyla hem Muavviz’i hem de kardeşi Avf’ı şehid etti.
[7] Hubeyb b. Yisaf, sahabedendir. Medineli Hazrec kabilesine mensup idi. Bedir harbinden hemen önce Müslüman oldu ve harbe iştirak etti. Kendisini omuzundan yaralayan bir müşriki öldürdü. Eğilen kılıcı bizzat Efendimiz (asm) tarafından düzeltildi. İşte bu kılıçla Mekke’nin müşrik reislerinden Ümeyye b. Halef’i öldürdü. Efendimizin yanında bütün savaşlara iştirak etti. Suffa ashabından idi. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.
[8] Meçhul, hadis ilminde yeterince tanınmayan hadis ravisini ifade eder. Hadis ilminde kullanılan ma’ruf ibaresinin zıddıdır.
[9] İmam Begavî, Tarihte bu unvan ile meşhur olan ve Hadis ilmiyle meşgul olan üç büyük âlim vardır. En büyükleri Begaviyyü’l Kebir diye anılan Ebu’l Kasım Begavî’dir. İmam Begavî, İçinde Ahmed B. Hanbel’in de bulunduğu 300’den fazla hocadan ders almış ve İbn-i Hıbban, Dârekutnî, Taberânî gibi yüzlerce hadis âlimine hadis okutmuştur. Kuvvetle muhtemel Hz. Üstadın eserinden iktibas yaptığı imam Begavî, bu imam olmalıdır.
[10] Ali b. Hakem, adı geçen bu sahabe hakkında tabakât ve siyer kitaplarında malumata erişilememiştir.
[11] Şurahbil el-Cûfî, bu isim Şifa-yı Şerif adlı siyer kitabında geçmektedir. Tabakât kitaplarında hakkında bilgi edinilemedi.
[12] Muhammed b. Hâtıb, Künyesi Ebu İbrahim’dir. Efendimizin zamanında çocuk yaşta olan sahabedendir. Soyu, büyük dedesi Kâb b. Lüey’de Efendimizle birleşir. Gece karanlığında iki eline kızgın tencerenin dökülmesi ve annesi tarafından Efendimize getirilip, Efendimizin ((asm) mübarek tükürüğüyle ovarak dua edip şifa bulması hadisesi İbn-i Sa’d’ın Tabakât adlı eserinde beş ayrı rivayet yolundan kaydedilmiştir. Efendimizin kendisi hakkındaki duasını; “Ey insanların Rabbi! Kötülüğü gider. Sen şifa verensin, şifa ver. Senden başka şifa veren yoktur” şeklinde bizzat nakleder. Abdülmelik b. Mervan’ın hilafeti döneminde Kûfe’de vefat etti.
[13] Ebu Abdurrahman Tâvûs b. Keysân, Hicrî 33 yılında Yemen’de doğdu. Elli civarında sahabeden ders aldı. Yemen’de yaşamakla beraber İbn-i Abbas (ra)’tan ders almak için Mekke’ye ve Zeyd b. Sabit (ra)’tan ders almak için Medine’ye düzenli seyahatler yaptı. Hadis hafızı oldu. Hadis tenkitçileri tarafından sîkâ kabul edilir. Ömer b. Abdülaziz halife olunca “işlerinin hayırlı olmasını istersen hayırlı kişileri iş başına getir” diye yazmış ve halife, “öğüt olarak bana yeter” diye cevap yazmıştır. Sırf ilimle geçen bir ömrün son yıllarını Mekke’de geçirmiş ve 106 yılında burada vefat etmiştir. Tabiinin en büyük hadis ve kıraat imamlarından biridir. En seçkin hocası İbn-i Abbas (ra), “herhalde Tavus cennetliktir” diyerek onun manevi derecesini takdir etmiştir.
[14] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 268-73