Soru

19. Mektub (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi) Şerh ve İzahı-11

19. Mektub’un Altıncı Nükteli İşareti’ndeki “Âl-i Beyt’e muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvîk etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkîl eder. Çünkü ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şîalar, hususan Râfızîler, o muhabbetten istifâde etmiyorlar? Belki işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbette mahkûmdurlar?” Sualini ve cevabını cümle cümle izah eder misiniz?

Tarih: 20.06.2025 16:47:56

Cevap

Eğer denilse: “Âl-i Beyt’e muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvîk etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkîl eder. Çünkü ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir.

Bu konuda şöyle denilse; “Peygamberimizin Ehl-i Beyt’ine muhabbet etmeyi Kur’ân emrediyor. Hz. Peygamber (asm) da Ehl-i Beyt’ine sevgi duymayı çokça teşvik etmiş. Ehl-i Beyte karşı duyulan o sevgi Şialar[1] için bir özür sayılır (mı?) çünkü muhabbet ehli insanlar bir derece muhabbet sarhoşudur.

Ne için Şîalar, hususan Râfızîler, o muhabbetten istifâde etmiyorlar? Belki işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbette mahkûmdurlar?”

Şialar ve özellikle de Rafizîler Peygamberimizin ehli beytine duydukları bu sevgiden (neden) faydalanamıyorlar. Hatta Peygamberimizin işaretlerinden anlaşıldığına göre bu muhabbet sebebiyle mahkumdurlar.

Elcevab: Muhabbet iki kısımdır. Biri, ma‘nâ-yı harfi ile, yani Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hakk nâmına, Hazret-i Alî ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir.

Cevaben: Hz. Ali başta olmak üzere Ehl-i Beyte duyulan sevgi ikiye ayrılır. Biri mana-yı harfi[2] ile duyulan sevgidir. Yani Hz. Ali’yi, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i ve ehl-i beyti Cenâb-ı Hak namına ve Resul-i Ekrem (asm) hesabına sevmektir.

Şu muhabbet, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetini ziyâdeleştirir. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine vesîle olur. Şu muhabbet meşrû‘dur. İfrâtı zarar vermez, tecâvüz etmez. Başkalarının zemmini ve adâvetini iktizâ etmez.

Şu şekilde ehli beyte duyulan sevgi, Resul-i Ekrem (asm)’a duyulan sevgiyi artırır. Cenâb-ı Hakk'ı daha fazla sevmeye vesile olur. Şu şekilde ehli beyte duyulan sevgi meşru dairede duyulan bir sevgidir. Böylesi bir sevgide ileri gitmek insanın itikadına zarar vermez. Haddi aşmaz. Başkalarının zemmedilmesini veya düşmanlık edilmesini gerektirmez.

İkincisi, ma‘nâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Alî’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek fazîletlerini düşünüp sever. Hatta Allah’ı bilmese de Peygamber’i (asm) tanımasa da, yine onları sever.

İkinci çeşit sevgi ise mana-yı ismi[3] ile duyulan sevgidir. Yani onları bizatihi sever. Hz. Peygamber (asm)’ı düşünmeden doğrudan doğruya Hz. Ali’nin şahsî kahramanlıklarını ve kemâlâtını, Hz. Hasan ve Hüseyin’in şahıslarındaki yüksek faziletlerini düşünüp (bu zatları Allah ve Resulünün sevgisine vesile olmak noktasında sevmesi gerekirken) onları doğrudan sever. Hatta Allah’ı bilmese de peygamberi tanımasa da doğrudan doğruya yine onları sever.

Bu sevmek, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrât olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktizâ eder.

Hz. Ali ve Ehli Beyt’e karşı duyulan böylesi bir sevgi, Resul-i Ekrem (asm)’ın sevgisine ve Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine sebep olmaz. Bu nedenle böylesi bir sevgide ileri gitmek başka kişilerin zemmedilmesini (kötülenmesini) ve düşmanlık duyulmasını gerektirir.

İşte işâret-i Nebeviye ile, Hazret-i Alî hakkında ziyâde muhabbetlerinden, Hazret-i Ebû Bekri’s-Sıddîk ile Hazret-i Ömer’den teberrî ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfî muhabbet, sebeb-i hasârettir.

İşte sevgili Peygamberimizin işaret ettiği, (Şialar, özellikle de Rafizîler) Hz. Ali hakkında aşırıya kaçan sevgileri sebebiyle Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’den yüz çevirdikleri için zarara düşüyorlar. Başta ilk üç halife olma üzere sahabe hakkında kötü sonuçlar doğuran böylesi bir sevgi onların zarar etmelerine sebeptir. 

Hem nakl-i sahîh ile ferman etmiş ki: اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَٓاءُ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللّٰهُ بَاْسَهُمْ بَيْنَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلٰي خِيَارِهِمْ deyip,

Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre, Peygamberimiz (asm) buyurmuş ki, “Ne zaman ki, Fars ve Rum kızları size hizmet etti. O vakit belanız, fitneniz içinize girecek. Harbiniz dâhilî olacak. Şerlileriniz başa geçip, hayırlı ve iyi olanlarınıza musallat olacaklar” diyerek

“Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek. Harbiniz dâhilî olacak. Şerîrleriniz başa geçip, hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar!” haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.

“Ne zaman ki, Fars (İran) ve Rum (Bizans) kızları size hizmet etmeye başladılar. İşte o vakit belanız ve fitneniz içinize girip harbiniz dâhilî olacak. Şerli olanlarınız başa geçip hayırlı ve iyi olanlarınıza musallat olacaklar.!” Diye haber vermiş. (Raşid halifeler dönemi olan) 30 sene (bittikten) sonra verdiği bu haber dosdoğru çıkmış.

Hem nakl-i sahîh-i kat‘î ile ferman etmiş ki: وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلٰي يَدَيْ عَلِيٍّ  deyip, “Hayber kal‘asının fethi Ali’nin eli ile olacak.”

Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Peygamberimiz (asm), “Hayber kalesinin fethi, Ali’nin eliyle olacak” diyerek Hayber kalesinin fethedilmesi Hz. Ali’nin eliyle olacak” diye buyurmuş.

Me’mûlün pek fevkınde, ikinci gün bir mu‘cize-i Nebeviye olarak Hayber Kal‘asının kapısını Hazret-i Alî çekip kalkan gibi isti‘mâl ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivâyette kırk adam kaldıramamış.

Umulanın çok üstünde, Hayber savaşının ikinci gününde Peygamberimizin (asm) bir mucizesi olarak Hz. Ali, Hayber kalesinin kapısını yerinden çekip kalkan gibi kullanarak Hayber kalesinin fethine muvaffak olduktan sonra kale kapısını yere atmış. Savaş bittikten sonra sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Başka bir rivayette kırk adam (o kapıyı yerden) kaldıramamış.

Hem ferman etmiş ki: لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّٰي تَقْتَتِلَ فِئَتَانِ دَعْوَاهُمَا وَاحِدَةٌ  diye, Sıffîn’de Hazret-i Alî ile Muâviye’nin harbini haber vermiş.

Hem buyurmuş ki, “Davaları bir olan iki cemaat birbiriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz” diyerek Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin Sıffîn’deki savaşını haber vermiş.

Hem ferman etmiş ki: اِنَّ عَمَّارًا تَقْتُلُهُ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ  diye, “Bâğî bir tâife Ammâr’ı katledecek.” sonra Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hazret-i Alî, onu Muâviye’nin tarafdârları bâğî olduklarına huccet gösterdi. Fakat Muâviye te’vîl etti. Amr İbnü’l-Âs dedi: “Bâğî yalnız onun kātilleridir. Umumumuz değiliz.”

Hem buyurmuş ki, “Bâğî bir taife, Ammar’ı katledecek” diyerek Ammar, “bağî (haktan ayrılan, haddi aşan) bir topluluk tarafından katledilecek buyurmuş. Hz. Ammar bin Yasir[4] Sıffîn savaşında Hz. Ali’nin safında şehid edildi. Hz. Ali (Ammar bin Yasir’in Hz. Muaviye taraftarları tarafından katledilmesini Peygamber Efendimizin bu haberine dayanarak) Muaviye taraftarlarının bağî (haktan ayrılan, haddi aşan) olduklarına delil olarak gösterdi. Fakat Muaviye bu hadisi yorumladı. Amr bin Âs, “bütün taraftarlar bağî değiliz. Yalnız onu katledenler bağîdir” diyerek tevil etti.

Hem ferman etmiş ki: اِنَّ الْفِتَنَ لَا تَظْهَرُ مَادَامَ عُمَرُ حَيًّا  diye, “Hazret-i Ömer sağ kaldıkça içinizde fitneler zuhûr etmez!” Haber vermiş. Öyle de olmuş.

Hem buyurmuş ki, “Ömer sağ kaldıkça, içinizde fitneler zuhur etmez” diyerek, “Hz. Ömer sağ kaldıkça İslam toplumu içinde fitnelerin zuhur etmeyeceğini” haber vermiş. Öyle de olmuş.

Hem Süheyl İbn-ü Amr daha îmâna gelmeden esîr olmuş. Hazret-i Ömer, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a demiş ki: “İzin ver. Ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesâhatiyle küffâr-ı Kureyşi harbimize teşvîk ediyordu.”

Hem Süheyl İbn-i Amr[5] (adındaki şair ve hatip) henüz iman etmemişti. (Bedir savaşında) esir edildi. “Hz. Ömer, Resul-i Ekrem (asm)’a; “İzin ver ben bunun dişlerini sökeceğim. (Ta ki düzgün konuşamasın.) Çünkü o fesahatiyle (açık ve etkili konuşmasıyla) Kureyş kafirlerini bize karşı savaşmaya teşvik ediyordu” demiş.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: وَعَسٰٓي اَنْ يَقُومَ مَقَامًا يَسُرُّكَ يَا عُمَرُ  diye,

Resul-i Ekrem (asm) Hz. Ömer’e buyurmuş ki, “Ya Ömer umulur ki o, seni sevindirecek bir makama gelir” diyerek,

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vefatı hengâmında olan dehşet-engîz ve sabır-sûz hâdisede, Hazret-i Ebû Bekri’s-Sıddîk nasıl ki Medîne-i Münevvere’de kemâl-i metânetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahâbeleri teskîn etmiş.

Resul-i Ekrem (asm)’ın vefat ettiği hengamede meydana gelen insanı dehşete salan ve sabretmesi çok zor olan o hadisede, nasıl ki, Hz. Ebu Bekir Medine-i Münevvere’de tam bir metanetle herkese teselli verip çok önemli bir hutbe (hitabet, konuşma) ile sahabeleri sakinleştirmiş.

Aynen onun gibi şu Süheyl, o hengâmda Mekke-i Mükerreme’de aynı Ebû Bekri’s-Sıddîk gibi Sahâbeye teskîn ve teselli verip, ma‘lûm fesâhatiyle Ebû Bekri’s-Sıddîk’ın aynı hutbesinin meâlinde bir nutuk söylemiş. Hatta iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.

Aynen (Hz. Ebu Bekir’in hutbesi) gibi şu Süheyl de (Efendimizin vefat haberi Mekke’ye ulaştığında) tıpkı Hz. Ebu Bekir gibi Mekke’deki sahabelere teselli verip sakinleştirmiş. Bilinen fesahatiyle (açık, anlaşılır ve etkili konuşmasıyla) Hz. Ebu Bekir’in hutbesine benzer bir konuşma yapmış. Hatta iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.

Hem Sürâka’ya ferman etmiş ki: كَيْفَ بِكَ اِذَا لَبِسْتَ سُوَارَيْ كِسْرٰي  diye, “Kisrâ’nın iki bileziğini giyeceksin.”

Hem Sürakâ’ya[6] buyurmuş ki, “Kisrâ’nın iki bilezikleri sana giydirildiği zaman nasıl olacaksın?” diyerek, Kisrâ’nın[7] (şahsî hazinelerinden) iki bileziğini giyeceksin” demiş.

Hazret-i Ömer zamanında Kisrâ mahvedildi. Ziynetleri ve şâhâne bilezikleri geldi. Hazret-i Ömer Sürâka’ya giydirdi. Dedi: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ  الَّذ۪ي سَلَبَهُمَا كِسْرٰي وَاَلْبَسَهُمَا سُرَاقَةَ ihbâr-ı Nebevîyi tasdîk ettirdi.

Hz. Ömer’in hilafeti zamanında Kisrâ(nın saltanat ve devleti) mahvedildi. (Sasanî Devleti yıkılıp İran bütünüyle fethedildi). Sarayın ziynetleri ve şahane bilezikleri Medine’ye geldi. Hz. Ömer (Kisrâ’nın şahsî) bilezikleri(ni) Sürakâ’ya giydirdi. Ve şöyle dedi. “Bu iki bileziği Kisrâ’dan alıp, onları Sürakâ’ya giydiren Allah’a hamd olsun” böylece Peygamberimizin verdiği haberi doğru çıkardı.

Hem ferman etmiş ki: اِذَا ذَهَبَ كِسْرٰي فَلَا كِسْرٰي بَعْدَهُ diye, “Kisrâ-yı Fârisî gittikten sonra daha kisrâ çıkmayacak.” Haber vermiş. Hem öyle olmuş.

Hem buyurmuş ki, “Kisrâ-yı Fars gittikten sonra, daha Kisrâ çıkmayacak” diyerek, Fars devletinin (o günkü) Kisrâ’sı gittikten sonra bir daha Kisrâ çıkmayacak” diye haber vermiş. Aynen öyle olmuş.

Hem Kisrâ elçisine demiş: “Şimdi Kisrâ’nın oğlu Şirviye, Pervîz Kisrâ’yı öldürdü.” O elçi tahkîk etmiş. Aynı vakitte öyle olmuş. O da İslâm olmuş. Bazı ehâdîsde o elçinin adı Fîrûz’dur.

Hem Medine’de bulunan Kisrâ elçisine, “Şimdi Kisrâ’nın oğlu Şirviye,[8] (2. Hüsrev) Perviz’i[9] öldürdü” demiş. O elçi araştırmış, (2. Hüsrev) Perviz’in, (kendi oğlu tarafından Peygamber Efendimizin bildirdiği) aynı zamanda katledildiğini öğrenmiş. (Bu haberin doğru çıkması üzerine iman edip) İslam dairesine girmiş. Bazı hadislerde o elçinin adı Firuz olarak belirtilir.

Hem nakl-i sahîh ile Hâtıb ibn-i Ebî Beltea’nın, gizli Kureyş’e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Alî ile Mikdâd’ı göndermiş. “Filan mevki‘de bir şahısta şöyle bir mektub var. Alınız, getiriniz!” Gittiler. Aynı yerde, aynı mektubu getirdiler. Hâtıb’ı celbetti. “Neden yaptın?” demiş. O da özür beyân etmiş. Özrünü kabul etmiş.

Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre, Hâtib İbn-i Beltea’nın,[10] gizli bir şekilde Kureyş kabilesine gönderdiği mektubu haber vermiş. Hz. Ali ile Mikdad’ı[11] “Filan mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var. Alınız ve getiriniz!” diyerek göndermiş. (Hz. Ali ile Mikdad) gittiler. (Peygamber Efendimizin tarif ettiği) aynı yerde bahsettiği mektubu buldular.[12] Alıp Resul-i Ekrem’e getirdiler. (Peygamber Efendimiz (asm), Hâtib İbn-i Beltea’yı yanına çağırdı. “Neden (böyle bir ihanette bulundun) diye sormuş. O da özür beyan etmiş. Resul-i Ekrem (asm), (Bedir ashabından olması ve bu işi ihanet kastı olmaksızın yanılgıyla yapmış olması dolayısıyla) onun özrünü kabul etmiş. (Yani normal şartlarda, savaş halinde vatana ihanet anlamına gelen bu hareketi affetmiş.)

Hem nakl-i sahîh ile Utbe ibn-i Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki: يَاْكُلُهُ كَلْبُ اللّٰهِ diye, Utbe’nin âkıbet-i fecîasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir aslan gelip onu yemiş. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hem bedduâsını hem haberini tasdîk etmiş.

Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre Utbe İbn-i Ebu Leheb[13] hakkında; “Allah’ın (bir) köpeği onu yiyecek” diyerek Utbe’nin feci bir akıbete uğrayacağını haber vermiş. Sonraları Utbe, Yemen tarafına giderken bir aslan gelip onu yemiş. Böylece Peygamber Efendimiz asm)’ın hem bedduası gerçekleşmiş hem de verdiği haberi doğru çıkmış.

Hem nakl-i sahîh ile Feth-i Mekke vaktinde Hazret-i Bilâl-i Habeşî Ka‘be damına çıkıp ezan okumuş.

Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre Mekke’nin fethinde Bilal-i Habeşî[14] (ra), (Peygamberimiz (asm)’ın emriyle) Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumuş.

Rüesâ-yı Kureyşden Ebî Süfyân, Attâb ibn-i Üseyd ve Hâris ibn-i Hişâm oturup konuştular. Attâb dedi: “Pederim Üseyd bahtiyar idi ki bugünü görmedi.”

(Bu esnada) Kureyş kabilesinin reislerinden Ebu Süfyan,[15] Attab İbn-i Üseyd,[16] ve Haris İbn-i Hişâm[17] oturup birbiriyle konuşmaya başladılar. Attab, “Babam Üseyd bahtiyar bir adam idi ki, bugünü görmedi” dedi.

Hâris dedi ki: “Muhammed (asm) bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın.” Hazret-i Bilâl-i Habeşî’yi tezyîf etti.

Haris, “Muhammed (asm) müezzinlik yapmak için bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı?” diyerek Hz. Bilal-i Habeşî’ye hakaret etti.

Ebî Süfyân dedi: “Ben korkarım, bir şey demeyeceğim. Kimse olmasa da şu Bathâ’nın taşları ona haber verecek, o bilecek.” Hakîkaten bir parça sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi. Harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attâb ile Hâris şehâdet getirdiler, müslüman oldular.

(Konuşma sırası) Ebu Süfyan’a gelince, “Ben bir şey demekten korkarım. Hiç kimse olmasa da şu Batha’nın[18] taşları ona (Peygamber Efendimize) haber verecek, o da böylece bizim ne konuştuğumuzu bilecek.” Gerçekten de kısa bir zaman sonra Resul-i Ekrem (asm) onlara rast geldi. Yaptıkları konuşmayı harfiyen onlara söyledi. O anda Attab ile Haris (Peygamber Efendimizin bu mucizesi karşısında) kelime-i şehadet getirip Müslüman oldular.

İşte ey bîçâre mülhid ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş’in iki muannid büyükleri, birtek ihbâr-ı gaybî ile îmâna geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, ma‘nevî tevâtür ile bu ihbâr-ı gaybî gibi binler mu‘cizâtı işitiyorsun, yine kanâat-i tâmmen gelmiyor. Her ne ise sadede dönüyoruz.

İşte ey (imansızlık gibi bir) çaresizlik içine düşmüş olan dinsiz! Ve ey Peygamber (asm)’ı gereği gibi tanımayan kalpsiz adam! Kureyş kabilesinin iki inatçı ve büyük reisi, Peygamber Efendimizin vermiş olduğu bir tek gaybî haber ile iman dairesine girdiler. Senin kalbin ne kadar bozulmuş ki, Peygamber Efendimizin manevi tevatür derecesinde (yani yalan olma ihtimali olmaksızın bize ulaşmış olan) binlerce ihbar-ı gayb mucizesini işittiğin halde yine de tam olarak kanaat etmiyorsun. Her ne ise asıl meseleye dönüyoruz.

Hem nakl-i sahîh ile Gazve-i Bedir’de Hazret-i Abbâs Sahâbelerin eline esîr düştüğü vakitte, fidye-i necât istenilmiş. O da demiş: “Param yok.” Hazret-i Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: “Zevcen Ümm-ü Fadl yanında bu kadar parayı filan yere bırakmışsın.” demiş. Hazret-i Abbâs tasdîk edip, “İkimizden başka kimse bilmediği bir sır idi.” O vakit kemâl-i îmânı kazanıp İslâm olmuş.

Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre, (Peygamberimizin amcası) Hz. Abbas Bedir savaşında sahâbelerin eline esir düşmüştü. Kendisinden, (şayet kurtulmak istiyorsa) kurtuluş fidyesi vermesi istenmiş, o da “param yok” demiş. (Konu Peygamber Efendimize intikal edince) Resul-i Ekrem (asm) ona buyurmuş ki, “Zevcen (hanımın) Ümmü Fadl’ın yanında şu kadar parayı filan yere bıraktın” demiş. Hz. Abbas, doğru! deyip, “(Bu verdiğin haber eşimle benim) ikimizden başka hiç kimsenin bilmediği bir sır idi” diyerek o anda tam bir iman kazanıp samimi bir Müslüman olmuş.

Hem nakl-i sahîh-i kat‘î ile muzır bir sâhir olan Lebîd-i Yahûdî, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı rencide etmek için acîb ve müessir bir sihir yapmış, bir tarağa saçları sarmış. Üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış.

Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Lebîd-i Yahudi[19] adında çok zararlı bir sihirbaz, Resul-i Ekrem (asm)’ı incitmek ve sıkıntıya sokmak için çok ilginç ve bir o kadar da etkili bir sihir yapmış. (Bir şekilde elde ettiği Peygamberimizin) saç tellerini sihri yaparken bir tarağın dişleri arasına sarmış. (Sihrini yaptıktan sonra bulunamasın diye) tarağı bir kuyuya atmış.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Alî’ye ve Sahâbelere ferman etmiş: “Gidiniz, filan kuyuda bu çeşit sihrin âletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Her bir ipi açıldıkça, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlıktan hıffet buluyordu.

Resul-i Ekrem (asm), (birkaç gün rahatsızlıktan sonra) Hz. Ali ve bazı sahabelere, “Gidiniz, filan kuyuda bulunan şu şekildeki sihir âletlerini bulup getiriniz” diye emretmiş. Hz. Ali, yanında birkaç kişiyle gitmişler. Peygamber Efendimizin haber verdiği yerde bahsettiği sihir aletlerini bulup getirmişler. Tarağın dişleri arasında sarılı olan her bir ip açıldıkça Peygamberimiz (asm) dahi rahatsızlığından kurtulup hafifliyordu.

Hem nakl-i sahîh ile Ebû Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zâtlar bulunduğu bir hey’ette Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: ضِرْسُ اَحَدِكُمْ فِي النَّارِ اَعْظَمُ مِنْ اُحُدٍ diye, birinin irtidâdıyla müdhiş âkıbetini haber vermiş.

Hem sıhhati ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Resul-i Ekrem (asm), Ebu Hüreyre[20] ve Huzeyfe[21] gibi önemli sahâbelerin olduğu bir mecliste “Sizden birinizin dişi cehennemde Uhud dağından büyük olacaktır” diyerek (orada bulunanlardan) birinin dinden çıkarak dehşetli bir akıbete uğrayacağını (yani imansız olarak öleceğini) haber vermiş.

Ebû Hüreyre dedi: “O hey’etten ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam, Yemâme Harbi’nde Müseyleme tarafında bulunup mürted olarak katledildi.”İhbâr-ı Nebevînin hakîkati çıktı.

Ebu Hüreyre şöyle demiş: “Peygamber Efendimizin bu sözü söylediği mecliste bulunanlardan en son bir adamla ben sağ kaldık. (Geri kalanların tamamı güzel bir akıbetle iman safında vefat etti.) (Efendimizin, “Cehennemde bir dişi Uhud dağından büyük olacak” dediği kişi) ben (miyim diye) korktum. Sonra öteki adam, Yemâme savaşında[22] Müseyleme[23] tarafında, dinden çıkanların safında iken mürted (dinden çıkmış) olarak katledildi. (Böylece ben de rahat bir nefes aldım. Efendimizin tehdidine uğramak korkusundan kurtuldum.) Böylece Peygamber Efendimizin verdiği (bir haber daha) haber (verdiği gibi) gerçekleşti.

Hem nakl-i sahîh ile Umeyr ve Safvân müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukābil Peygamber’in (asm) katline karar verip, Umeyr ise Peygamber’in (asm) katlini niyet ederek Medine’ye gelmiş. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Umeyr’i gördü. Yanına çağırdı. Dedi: “Safvân ile mâcerânız budur.” Elini Umeyr'in göğsüne koydu. Umeyr, “Evet” dedi, müslüman oldu.

Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Umeyr[24] ve Safvan[25] henüz Müslüman olmadan önce önemli ölçüde bir mala karşılık Peygamber Efendimizin katli için aralarında anlaşmışlar. Umeyr, Peygamber Efendimizi katletmek niyetiyle Medine’ye gelmiş. Resul-i Ekrem (asm), Umeyr’i gördüğü zaman yanına çağırmış. "Safvan ile aranızda şöylece karar kıldınız diyerek macerasını ona anlatmış. Ardından mübarek elini Umeyr’in göğsüne koymuş." Umeyr ise (hayretinden) sadece “evet” diyerek (Peygamberimizin kendisi hakkında verdiği, Mekke’de iki kişi arasında sır olarak konuşulan haberi) doğrulamış. Hemen orada Müslüman olmuş.

Daha bunlar gibi pek çok sahîh ihbârât-ı gaybiye vukū‘ bulmuş. Meşhur Kütüb-ü Sitte-i Sahîha-i Hadîsiye’de zikredilmiştir. Ve senedleriyle beyân edilmiştir.

Daha bunlar gibi (Peygamberimizin verdiği) pek çok gaybî haber (dediği zaman, dediği yerde ve dediği şekilde) gerçekleşmiş. Meşhur altı sıhhatli hadis kitaplarında zikredilmiş. Ve rivayet senetleriyle açıklanmış. (Doğruluğunda şüphe olmaksızın) sıhhatli bir şekilde (bize kadar ulaşmış.)

Bu risâlede beyân edilen vâkıâtın ekseri, tevâtür-ü ma‘nevî hükmünde kat‘îdir, yakînîdirler.

(19. mektup olan) Bu risalede açıklanan, zikredilen hadiselerin birçoğu, manevi tevatür derecesindedirler. Ve dolayısıyla (doğruluğunda şüphe olmayacak kadar gerçekliği) kesindirler, sapasağlamdırlar.

Başta Buhârî ve Müslim ki, Kur’ân’dan sonra en sahîh kitap olduklarını ehl-i tahkîk kabul etmiş.

(Bu risalede geçen mucize olaylarını hadis ilminin en dahi alimlerinden) başta Buhârî ve Müslim (kitaplarında zikrediyorlar) ki, tahkik ehli (hakikatleri en ince ayrıntısına kadar araştıran) âlimler bu iki zatın hadis kitabının Kur’ân’dan sonra en sıhhatli İslam kaynağı olduğunu kabul ediyorlar.

Ve sâir Sahîh-i Tirmizî ve Nesâî ve Ebû Davud ve Müstedrek-i Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitaplarda an‘anesiyle beyân edilmiştir.

Ve diğer (hadis imamlarından ve bu imamların kitaplarından mesela) Sahih-i Tirmizî[26] ve Sünen-i Nesâî[27] ve Sünen-i Ebu Davud[28] ve Müstedrek-i Hâkim[29] ve Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel[30] ve Delâil-i Beyhakî[31] gibi en makbul ve muteber hadis kitaplarında an’an’esiyle[32] açıklanmıştır.

Şimdi ey mülhid-i bîhûş! “Muhammed-i Arabî (asm) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünkü şu umûr-u gaybiyeye dâir ihbârât-ı sâdıka-i Ahmediye, (asm) iki şıktan hâlî değil.

Şimdi ey kafası karışmış ve aklı bir hoş olmuş dinsiz adam! (Peygamberimizin mucizelerini görüp işitince) “Muhammed-i Arabî (asm) akıllı bir adam idi” diyerek geçip gitme! (Peygamberimizin elinden veya dilinden gerçekleşen bu mucizeleri sakın onun şahsına verme!) Çünkü gerçekleşen şu gaybî işlerle ilgili mucizeler hakkında iki seçenek vardır.

Ya diyeceksin ki: “O Zât-ı Kudsiye’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzî ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir. Ve etrâf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü; ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hâl ise beşerde olamaz. Eğer olsa, Hâlik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise tek başıyla bir mu‘cize-i a‘zamdır.”

(Bu seçeneklerden birisi) ya diyeceksin ki, “O kutsî insanda öyle keskin bir bakış ve öylesine geniş bir deha vardı ki, geçmiş ve geleceği ve hatta bütün dünyayı görür ve bilirdi. Ve âlemin her tarafını, hatta doğu ile batıyı aynı anda gözetleyecek kadar keskin bir gözü ve hatta geçmiş ve gelecek bütün zamanları ve o zamanlarda gerçekleşecek olayları keşfedecek derecede bir dehası vardı. Böyle bir hal ve durum ise bir beşerde bulunamaz. (Peygamber Efendimiz de sonuç itibariyle ölümlü bir beşerdir) şayet böyle bir deha Resul-i Ekrem (asm)’da bulunsaydı; bu deha ona âlemin yaratıcısı tarafından verilmiş bir harikalık ve bir mevhibe (Allah tarafından verilen bir ayrıcalık) olurdu. Böyle bir durum ise zaten tek başına en büyük mucizedir.

Veyahud inanacaksın ki, o Zât-ı Mübârek, öyle bir zâtın me’muru ve şâkirdidir ki, her şey onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ‘-ı kâinât ve bütün zamanlar, onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebîrinde her şey yazılıdır. İstediği zaman talebesine bildirir ve gösterir.

Veyahut şöyle inanacaksın ki, o mübarek zât, öyle bir zâtın görevlisi ve talebesidir ki, her onun nazarında (görmesine engel bir yer veya durum yoktur) ve tasarrufu altındadır (her şeyi irade ve kudretiyle çekip çevirir). Varlıkların tamamı bütün zaman dilimlerinde onun emri altındadır. Her şey O'nun en büyük defteri (olan Levh-i mahfuzda) yazılıdır. İstediği zaman talebesi (olan Resul-i Ekrem’e) bildirir ve gösterir.

Demek, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır. Öyle ders verir.

Demek ki, Muhammed-i Arabî (asm) ezelî üstadı olan Cenâb-ı Hak'tan ders alır. (Nasıl aldıysa) öylece (sahabelerine) ders verir.

Hem nakl-i sahîh ile Hazret-i Hâlid’i harb için Dûmetü’l-Cendel reisi olan Ükeydir’e gönderdiği vakit, ferman etmiş ki: اِنَّكَ تَجِدُهُ يَص۪يدُ الْبَقَرَ diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esîr edileceğini ihbâr etmiş. Hazret-i Hâlid gitmiş. Aynen öyle bulmuş. Esîr etmiş, getirmiş.

Hem sıhhati kesin olarak nakledildiğine göre, Hz. Halid[33] (bin Velid)’i savaş için Dûmetü’l Cendel[34] reisi olan Ükeydir’in[35] üzerine gönderdiği zaman şöyle buyurmuş ki, “Onu yabanî öküz avlarken bulacaksın” diyerek savaşmak için gittiği Ükeydir adlı kabile reisini vahşi öküz avında iken bulacağını, Ükeydir’in çatışma olmaksızın esir edileceğini haber vermiş. (Hz. Halid gitmiş. Peygamberimizin haber verdiği gibi Ükeydir’i aynı hal üzere (yabanî öküz avlarken) bulmuş. Esir edip Medine’ye getirmiş.

Hem nakl-i sahîh ile Kureyş, Benî-Hâşimî aleyhinde yazdıkları ve Ka‘be’nin sakfına astıkları sahîfe hakkında ferman etmiş ki: “Kurtlar yazılarınızı yemiş. Yalnız sahîfedeki esmâ-yı İlâhiyeye ilişmemişler.” Haber vermiş. Sonra sahîfeye bakmışlar. Aynen öyle olmuş.

Hem sıhhati ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Kureyş kabilesinin (Peygamberimizin mensup olduğu) Haşim oğulları[36] kabilesi aleyhinde (bazı maddeler) yazıp Kâbe’nin iç duvarına astıkları sayfa[37] hakkında; “Kurtlar yazılarınızı yemiş. O sayfadaki yazıdan geriye sadece Allah’ın isimleri kalmış” diye haber vermiş. Bunun üzerine Kâbe’yi açıp bahse konu sayfaya ne oldu diye bakmışlar. Tıpkı Peygamberimizin söylediği gibi olduğunu görmüşler.

Hem nakl-i sahîh ile “Beytü’l-Makdis’in fethinde büyük bir tâûn çıkacak” ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü’l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâûn çıktı ki, üç günde yetmiş bin vefeyât oldu.

Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, “Kudüs’ün İslam eliyle fethedileceği zaman büyük bir taun (veba) çıkacak” diye buyurmuş. Hz. Ömer zamanında Kudüs fethedildi. Fethin ardından öyle bir taun (veba hastalığı) çıktı ki, üç günde yaklaşık yetmiş bin kişi vefat etti.

Hem nakl-i sahîh ile o zamanda vücûdu olmayan Basra ve Bağdad’ın vücûda geleceklerini ve Bağdad’a dünya hazinelerinin gireceğini;

Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Peygamber Efendimiz zamanında mevcut olmayan Basra ve Bağdat şehirlerinin kurulacağını ve zamanla Bağdat şehrine dünya hazinelerinin gireceğini,

ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletler ile Arablar muhârebe edeceklerini; ve sonra onlar çoklukla İslâmiyet’e girecek, Arablara Arablar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki: يُوشِكُ اَنْ يَكْثُرَ ف۪يكُمُ الْعَجَمُ يَاْكُلُونَ فَيْئَكُمْ وَيَضْرِبُونَ رِقَابَكُمْ 

Ve (Müslüman) Arapların, Türklerle ve Hazar denizi etrafındaki milletlerle savaşacaklarını, daha sonra bu milletlerin çoklukla İslam dinine gireceklerini, sonraki yıllarda Araplara Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Ve ardından şöyle demiş: “İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalması yakındır. Onlar sizin mallarınızı yiyecekler ve boyunlarınızı vuracaklar.”

Hem ferman etmiş ki: هَلَاكُ اُمَّت۪ي عَلٰي يَدِ اُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ diye, Emeviye’nin Yezîd ve Velîd gibi şerîr reislerinin fesâdını haber vermiş.

Hem buyurmuş ki, “Ümmetimin helaki (mahvolması), Kureyş’in sefihlerinin (düşük ahlakta, zevk ve eğlenceye düşkün olanlarının) elleriyle olacak” diyerek Emevî devletinin Yezid ve Velid gibi şerli reislerinin bozgunculuklarını haber vermiş.

Hem Yemâme gibi bir kısım yerlerde irtidâd vukū‘ bulacağını haber vermiş.

Hem başta Yemâme[38] olmak üzere bazı yerlerde dinden çıkma olaylarının gerçekleşeceğini haber vermiş.

Hem Gazve-i Meşhûre-i Hendek’de ferman etmiş ki: اِنَّ قُرَيْشًا وَالْاَحْزَابَ لَا يَغْزُون۪ٓي اَبَدًا وَاَنَا اَغْزُوهُمْ  diye, “Bundan sonra onlar bana değil, belki ben onlara hücum edeceğim!” Haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem meşhur Hendek savaşında[39] “Kureyş ve Ahzab[40] (bundan sonra) ebedi olarak bana hücum edemeyecekler; ben onlara hücum edeceğim” diyerek, “Bundan sonra onlar bana değil belki ben onlara hücum edeceğim” diye haber vermiş. Nasıl haber verdiyse öyle olmuş.

(Evet, İslam tarihine az da olsa göz atan rahatlıkla görebilir ki; Hendek savaşından sonra müşrikler tarafından Medine’ye yeni bir hücum yapılamadı. Aksine başta Hayber ve Mekke’nin fethi olmak üzere her daim Peygamberimiz (asm) ve ardından sahabeler müşriklere karşı taarruz ettiler.)

Hem nakl-i sahîh ile vefatından bir-iki ay evvel ferman etmiş ki: اِنَّ عَبْدًا خُيِّرَ فَاخْتَارَ مَا عِنْدَ اللّٰهِ diye, vefatını haber vermiş.

Hem sıhhat ve doğruluğu kesin olarak nakledildiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) vefatından bir iki ay önce şöyle buyurmuş: “Bir kul (iki şeyden birini seçme hususunda) muhayyer bırakıldı. O da Allah katında olanı tercih etti” diyerek kendi vefatını haber vermiş.

Hem Zeyd ibn-i Suvhân hakkında ferman etmiş ki: يَسْبِقُهُ عُضْوٌ مِنْهُ اِلَي الْجَنَّةِ diye Zeyd’den evvel bir uzvu şehîd edileceğini haber vermiş. Bir zaman sonra Nihâvend Harbi’nde bir eli kesilmiş. Demek en evvel o el şehîd olup ma‘nen cennete gitmiş.

Hem Zeyd İbn-i Suvhan[41] hakkında “Ondan bir uzuv cennete kendisinden önce gider” buyurarak Zeyd’den evvel bir organının şehid edileceğini haber vermiş. Bir müddet sonra (Hz. Ömer zamanında Sasanî devletiyle yapılan) Nihâvend Savaşında[42] Zeyd’in bir eli kesilmiş. Demek ki en önce Zeyd’in o eli şehid olup manen cennete gitmiş. (Böylece peygamberimizin verdiği haber aynen gerçekleşmiş.)

İşte bütün bahsettiğimiz umûr-u gaybiye, on kısım envâ‘-ı mu‘cizâtından birtek nev‘idir. O nevi‘den on kısmından bir kısmını söylemedik.

İşte buraya kadar bahsettiğimiz bütün bu gaybî işlerle ilgili mucizeler, Peygamberimizin on ana kısma ayrılan mucizelerinden sadece bir tek çeşididir. Bu çeşit mucizenin de sadece on kısmından birini bile söylemedik.

Şimdi bu kısımla beraber, i‘câz-ı Kur’âna dâir Yirmi Beşinci Söz’de gayet geniş ihbâr-ı gayb nevi‘nin dört nevi‘ni icmâlen beyân etmişiz.

Şimdi bu kısımla beraber, Kur’ân’ın mucizelerine dair 25. Söz adlı risalede oldukça geniş bir şekilde gaybî haberlerle ilgili mucizelerin dört ana bölümünü açıklamışız.

İşte buradaki nevi‘ ile beraber, Kur’ân’ın lisânıyla gaybdan haber verildiği o dört büyük nevi‘ ile beraber düşün. Gör ki, ne kadar kat‘î, şübhesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir burhân-ı risâlettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan elbette îmân edecek ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm Hâlik-ı Küll-i Şey’ ve Allâmü’l-Guyûb olan bir Zât-ı Zülcelâl’in resûlüdür. Ve ondan haber alıyor.[43]

İşte burada zikrettiğimiz mucize çeşidiyle beraber, Kur’ân’ın diliyle gaybdan verilen dört büyük mucize çeşitlerini beraber düşün. Böylece Peygamber Efendimizin gaybî haberler noktasındaki mucizelerinin ne kadar kesin ne kadar şüphesiz ne kadar parlak ne kadar kuvvetli ne kadar kuvvetli bir peygamberlik delili olduğunu gör. Bu delilleri gören bir kişi şayet aklı ve kalbi bütünüyle bozulmadıysa Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna iman eder. Hz. Muhammed (asm), her şeyin yaratıcısı ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen ve celâl sahibi olan Allah’ın elçisidir. Ve bu gaybî işleri ondan haber alıyor.


[1] Şialar, şîa kelimesi “taraftar, yardımcı, destekleyici” gibi anlamlara gelir. Tekil kullanımda şiî şeklinde telaffuz edilir. Şia, Hz. Peygamber’in vefatından sonra devlet yönetiminin Hz. Ali ve onun soyundan gelenlere (yani Ehl-i Beyte) ait olduğu düşüncesi etrafında birleşen çeşitli akımların ortak adıdır.

[2] Mana-yı harfî, başkasını gösteren, başkasına delil olan mana demektir. Şöyle ki, bir kelimede veya cümlede yer alan harflere o harflerin kendi isimleri veya cisimleri için değil ortak olarak ifade ettikleri mana için bakarız. Yani bir kelimede dizilmiş olan harfler kendilerini göstermek için değil aslında kelimenin ifade ettiği manayı yansıtmak için orada bulunurlar. Tıpkı bunun gibi Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e duyulan sevgi; şayet insanı Resul-i Ekrem (asm)’a ve Allah’a daha da yaklaştırıyor ve diğer sahâbelere hürmetten geri bırakmıyorsa o sevgi gerçek sevgidir. Böylesi bir sevgide ne kadar ileri gidilse yeridir.

[3] Mana-yı ismî, “kendisin gösteren ve bizzat kendi kendisine delil olan mana” demektir. Şöyle ki, bir eşya veya bir nesne veya bir insanın ismi anıldığı zaman işitenlere doğrudan doğruya isim sahibinin şahsını düşündürür. Tıpkı bunun gibi Hz. Ali ve Ehl-i Beyte veya her kime olursa olsun. Şayet duyulan sevgi kişinin bizzat kendisine duyuluyor ve o sevgiyi duyan kişiyi Resul-i Ekrem (asm) ve Allah’ın sevgisine ulaştırmıyor ise bu sevgi mana-yı ismî ile duyuluyor demektir. Böyle bir sevgi kişiye fayda sağlamadığı gibi Hz. Ali’yi sevebilmek için diğer ekâbir sahabeye hürmetten geri kalır. Bu ise mesuliyeti netice verir.

[4] Ammar bin Yasir, ilk yedi Müslümandan biridir. Babası Yasir ve Annesi Sümeyye İslam’ın ilk şehitleridir. Hz. Ammar, Hz. Peygamberin bütün savaşlarına katıldı. Yemâme savaşına iştirak etti ve İslam ordusunu toparladı. Hz. Ömer zamanında Kûfe valiliği yaptı. Cemel ve Sıffîn savaşlarında Hz. Ali’nin yanında savaştı. 657 yılında 93 yaşında iken yaya birliklerin kumandanı olarak Hz. Ali safında şehid edildi.

[5] Süheyl İbn-i Amr, Mekke’nin müşrik reislerinden biriydi. Bedir savaşına katıldı. Esir edilip fidye ödeyerek kurtuldu. Hudeybiye antlaşmasını Mekkeliler adına imzalayan kişiydi. Mekke’nin fetih günü Müslüman olup Medine’ye hicret etti. Veda haccında tekrar Mekke’ye döndü. İslam’a girmekte geciktiği için gözyaşı döker ve Kur’ân okurken ağlardı.

[6] Sürâka bin Mâlik, Müdlic oğulları kabilesine mensuptur. Mekke yakınlarında Kudeyd adlı mahalde doğdu. Hicret yolculuğunda Efendimizi yakalamak için iki defa teşebbüs ettiyse de başarısız oldu. Ardından Efendimizi arayan diğer kişileri yanıltıp yoluna güvenle devam etmesini sağladı. Huneyn günü Müslüman oldu. Güçlü bir şairdi. 645 yılında vefat etti.

[7] Kisrâ, Arapların Sasanî (eski İran) devletinin hükümdarları için kullandıkları unvandır.

[8] Şirviye, 2. Kubad unvanını alan, adı kendi dilinde Şeroe olan ve babası son büyük Sasanî şahı 2. Hüsrev’i bir ihtilal ile tahttan indiren ve öldüren kişidir. Sadece birkaç ay saltanat sürmüş ve ölmüştür.

[9] 2. Hüsrev Perviz, Sasanî devletinin 590 yılından 628 yılına kadar hüküm süren son büyük hükümdarıdır. Uzun bir saltanat sürmüş ve devletin sınırlarını oldukça genişletmiştir. İhtilal sonucu tahtını kaybedip önce zindana atıldı. Ardından 628 yılında kendi oğlu tarafından öldürüldü.

[10] Hatip İbn-i Beltea, 586 yılında Mekke’de doğdu. İlk Müslümanlardan ve Bedir ashabındandır. Bütün gazalara katıldı. Rıdvan biâtında bulundu. Efendimizin özel elçisi olarak Mısır’a gitti ve Mısır’ın fethine kadar geçerli olan bir antlaşma yaptı. Diplomat bir kişiliği vardı. 650 yılında Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı.

[11] Mikdad bin Amr, ilk Müslümanlardandır. Efendimizin okçularından biriydi. Bedir başta olmak üzere bütün gazalara katıldı. Hz. Ömer zamanında Mısır’ın ve Hz. Osman zamanında İfrikiyye’nin ve ardından Kıbrıs’ın fethine katıldı. Cesaretiyle tanınmıştı. 653 yılında vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı.

[12] Bu mektup, Bedir ashabından Hâtib İbn-i Beltea tarafından yazıldı. Hz. Peygamber’in gece karanlığı gibi korkunç, sel gibi büyük bir orduyla onlara doğru gelmek üzere olduğunu bildiren bir mektuptur. Mekke’nin fetih hareketi büyük bir gizlilik içerisinde yürütüldüğünden böyle bir haberin ortaya saçılması vatana ihanet anlamı taşıyordu.

[13] Utbe İbn-i Ebu Leheb, Sevgili Peygamberimizin amcasının oğludur. İslam ilan edilmeye başlayınca babası Ebu Leheb gibi İslam’a düşman oldu. Efendimizin ikinci kızı olan Rukiye ile nişanlıydı. İslam’ı reddedip nişanı bozdu. Bununla da kalmayıp Efendimize büyük bir saygısızlık yaptı. Efendimizin gömleğini parçaladı. Efendimiz ona beddua etti. Bir süre sonra bedduası gerçekleşti ve Yemen tarafına giderken vahşi bir aslan onu parçaladı.

[14] Bilâl-i Habeşî, günümüz Etiyopya ülkesinin adı eskiden Habeşistan idi. Hz. Bilal, 581 yılında Mekke’de Cumah kabilesi içinde Habeşli bir köle olarak doğdu. İlk yedi Müslümandan biridir. Kendisine Mekke’nin öğle sıcaklarında kızgın kumlarda işkence edilir, inancından dönmesi istenir fakat o her defasında “Allah birdir, Allah birdir” derdi. Hz. Ebu Bekir tarafından satın alınıp azad edildi. İlk ezanı okudu ve Efendimizin vefatına kadar müezzinlik yaptı. Bu nedenle müezzinlerin piridir. Bütün gazalara katıldı. Efendimizden hiç ayrılmazdı. 641 yılında Şam’da vefat etti. Hz. Ömer, Hz., Bilal (ra) için; “Hz. Ebu Bekir Efendimizdir. Efendimizi azad etti” derdi.

[15] Ebu Süfyan, 565 yılında Mekke’de doğdu. Mekke’nin müşrik reislerinden biriydi. Ebu Cehil’in Bedir savaşında öldürülmesinden sonra Mekke’nin reisi oldu. İslam’a karşı yapılan bütün hareketlerin başında yer aldı. Uhud ve Hendek savaşlarında müşriklerin komutanıydı. Mekke’nin fetih günü onun evine sığınanların güvende olacağı ilan edildi. Fetih günü Müslüman oldu. Huneyn savaşına ve Taif seferine katıldı. Suriye’nin fethi için gönderilen orduda yer aldı. 651 yılında Medine’de vefat etti.

[16] Attab İbn-i Üseyd veya Esîd, Mekke’nin fetih günü henüz 21 yaşında Müslüman oldu. Huneyn savaşına çıkılırken Mekke valisi olarak tayin edildi. Hz. Ebu Bekir’le aynı yıl vefat edinceye dek bu görevini sürdürdü. Samimi bir Müslümandı.

[17] Haris İbn-i Hişâm, Ebu Cehil’in kardeşidir. Bedir ve Uhud savaşlarına müşrik saflarında iştirak etti. Mekke’nin fetih günü Müslüman oldu. Huneyn savaşına katıldı. Hz. Ebu Bekir zamanında yaşanan Ridde savaşlarına katıldı. Bizans’ın fethine katıldı ve bütün malını bu sefere tahsis etti. Ecnâdeyn Savaşında İslam ordusuna sancaktar oldu. Yermük savaşında şehid oldu.

[18] Bathâ, Mekke ile Mina arasında bir yer. Kelimenin sözlükteki anlamı; kumlu, çakıllı dere. Suyun yayılarak aktığı geniş tabanlı vadi demektir.

[19] Lebîd-i Yahudî, tam adı Lebîd bin A’sam’dır. Medineli Yahudi iken İslam olduğunu açıklayan ama münafıklıktan geri durmayan biriydi. Kendisine verilen altın karşılığında Efendimize sihir yapan ve bu olay neticesi “Felak ve Nâs” surelerinin inmesine sebep olan kişidir.

[20] Ebu Hüreyre, Yemenlidir. Kedicik babası diye meşhur olmuştur. Hicretin 7. Senesinde Müslüman olmuş ve Medine’ye göç etmiştir. Hayber’in fethine ve sonraki savaşlara iştirak etti. İslam’a girmekte geciktiği için bu açığı kapatmak amacına yönelik efendimizin civarından hiç ayrılmadı. Savaş ganimetlerinden pay almayıp efendimizden ilim talep etti. Hafıza kuvveti için efendimizin duasına mazhar oldu. Efendimizden en çok hadis rivayet eden kişi odur. Yermük savaşına ve Cürcan’ın fethine katıldı. Zaman zaman Medine valiliği yaptı. Müslümanlara arasındaki ihtilafların hiçbirine bulaşmadı. 678 yılında 78 yaşında iken vefat etti.

[21] Huzeyfe bin Yemân, babasına Yemenli bir aileyle yaptığı antlaşmadan dolayı Yemân lakabı verilmişti. Ensar’dandır. Bedir hariç bütün gazalara katıldı. Hz. Peygamberin zekât âmili olarak görev verdiği kişilerden biridir. Ayrıca vergi katiplerindendi. Hz. Ömer zamanında Medâin’e vali tayin edilip şehri tamamen imar etti. Nihâvend savaşında şehid olan komutanın yerine ordu kumandanı olup zafer kazandı. Dînever, Hemedan ve Rey şehirlerini fethetti. Hz. Osman’ın şehadetinden 40 gün sonra Medâin’de vefat etti.

[22] Yemâme Savaşı, Yemâme, Arabistan yarımadasının ortasında yer alır. Efendimizin vefatının ardından 632 yılının aralık ayında zekât vermek istemeyip dinden çıkanlara (mürtedlere) karşı yapılan savaştır. Bu savaşlara Ridde savaşları denilir. İslam ordusuyla peygamberlik iddia eden yalancı Müseyleme ordusu arasında üç ayrı aşamada yapılmıştır. İlk iki aşamada Müseyleme galip gelmiş üçüncü aşamada ise Müslümanlar Halid Bin Velid’in komutasında parlak bir zafer kazanmıştır. Özellikle hafız sahâbelerden çok sayıda zayiat verilmiştir.

[23] Müseyleme Bin Habib, Yemâme topraklarının sahibi olan Benî Hanife kabilesine mensuptur. Bir Hristiyan olarak yetiştirildi. 630 yılında kabilesinin reisi oldu. Efendimizin onu İslam’a davet eden mektubuna; kendisinin de peygamber olduğunu, yeryüzünün yarısının Kureyş kabilesine ve diğer yarısının da mensubu bulunduğu Beni Hanîf kabilesine ait olduğu yönünde cevap verdi. Efendimiz (asm), cevabî mektubunda onun için, yalancı anlamına gelen ‘kezzâb’ lakabını kullanması dolayısıyla “Müseylemetü’l kezzâb: yalancı Müseyleme” olarak şöhret kazandı. Efendimizin vefatının ardından dinden çıkma (irtidad) olaylarını tek bir çatı altında topladı. Hz. Ebu Bekir zamanında yapılan Ridde savaşlarında öldürüldü.

[24] Umeyr bin Vehb, önceleri İslam’a karşı durdu ve Müslümanlara eziyet etti. Bedir savaşına Müslüman olan oğlu Tuleyb, İslam safında kendisi ve diğer oğlu ise müşrik safında katıldı. Bedir savaşında gereği gibi savaşmamak ve müşrik ordusuna yardım etmemekle suçlandı. Bunun üzerine amcasının oğlu Safvan ile ailesine bakması ve borçlarını ödemesi karşılığında Efendimizi öldürmeye karar verdi. Efendimiz onun planını açığa vurunca Müslüman oldu. Uhud ve sonrasındaki savaşlara katıldı. Safvan başta olmak üzere birçok Mekkelinin Müslüman olmasına sebep oldu. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında vefat etti.

[25] Safvan Bin Ümeyye, babası Ümeyye bin Halef ile ilk zamanlar Müslümanlara eziyet etti. Babası Bedir’de müşrik safında öldürüldü. Amcasının oğlu Umeyr’i, borçlarını ödemek ve ailesinin bakımını üstlenmek karşılığında efendimizi öldürmek için Medine’ye gönderdi. Mekke’nin fethinde öldürülme korkusuyla kaçtı. Daha önce Müslüman olan Safvan ona yetişip Efendimizin kendisine eman verdiğini haber verdi. Bunun üzerine Mekke’ye döndü. Huneyn savaşına 100 adet zırh ve 50 bin dirhem katkı sağladı ve kendisi de savaşa katıldı. Taif kuşatmasına katıldı. Huneyn ganimetlerinden 100 deve verilince kalbi İslam’a ısındı ve Müslüman oldu. Yermük savaşına katıldı. 661 yılında Mekke’de vefat etti.

[26] Sahih-i Tirmizî, Hadis ilminin dahi âlimlerinden İmam Tirmizî’nin hadis alanında verdiği en tanınmış eseridir. Ahkam hadislerini ihtiva ettiği için Sünen olarak da kabul edilir. Kütüb-ü sitte (altı en makbul hadis kitabı)ndan ikincisidir.

[27] Sünen-i Neseî, İmam Nesâî’nin ahkam hadilserini ihtiva eden ve kütüb-ü sitteye dahil olan hadis kitabı.

[28] Sünen-i Ebu Davud, Ebu Davud Sicistanî hazretlerinin ahkam hadislerini ihtiva eden ve kütüb-ü sitteye dahil olan eseri.

[29] Müstedrek-i Hâkim, hâkim en-Nisaburî adlı hadis aliminin, sıhhat şartlarına uyduğu halde İmam Buhari ve İmam Müslim tarafından “El-Camiü’s Sahih” adlı eserlerine almadıkları sahih hadislerden oluşan hadis kitabı.

[30] Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel, Ahmed İbn-i Hanbel hazretlerinin derlediği hadis kitabı. Müsned tarzında her hadis ilk kaynağına kadar rivayet zincirinde kesinti olmaksızın ulaşır.

[31] Delâil-i Beyhakî, Ebu Bekir el-Beyhakî adlı alimin, Hz. Muhammed (asm) efendimizin peygamberliğini mucizeleriyle ispat etmeyi amaç edindiği kitabı.

[32] An’an’e, an-fulan, an-fulan: “Falan falandan o da falandan” şeklinde her bir hadis metnini Peygamber Efendimize kadar kesintisiz bir silsileyle ulaştırmaya an’an’e denir.

[33] Halid bin. Velid, İslam’ın en azılı düşmanlarından Velid bin Muğîre’nin oğludur. Yaklaşık olarak 585 yılında doğdu. Uhud ve hendek savaşlarında Kureyş’in süvari komutanıydı. Kazanılmak üzere olan Uhud savaşında yaptığı manevra ile İslam aleyhine savaşın seyrini değiştirdi. 629 yılında Medine’ye gelerek Müslüman oldu. İslam safında katıldığı ilk savaş Mûte savaşıdır. Mekke’nin fethinde İslam ordusunun sağ cenah komutanıydı. Huneyn, Taif ve Tebük savaşlarında Efendimizin yanında yer aldı. İslam’ın ilk fetih hareketlerini başlattı. Ecnâdeyn, Fihl ve Yermük savaşlarında muzaffer olup Suriye’yi tamamıyla fethetti. 642 yılında humusta vefat etti. Efendimiz (asm) ona “Allah’ın kılıçlarından bir kılıç” unvanını verdi.

[34] Dûmetü’l Cendel, Arabistan’ın kuzeyinde, Suriye ile Arabistan ticaret yolunda bulunan bir yerleşim merkezi. Günümüzde Cevf adlı idari merkezin şehirlerinden biridir.

[35] Ükeydir bin Abdülmelik, Dûmetü’l Cendel adlı yerleşim yerinin Hristiyan yöneticisi. Medine münafıklarıyla iş birliği yaptı. Bu sebeple 420 yılında Halid bin Velid tarafından esir edildi. Efendimizle yaptığı barış antlaşmasını bozduğu için Tebük savaşından sonra üzerine yeniden sefer düzenlendi.  Hz. Ebu Bekir zamanında irtidad ettiği (dinden çıktığı) için Halid bin Velid tarafından yakalanıp öldürüldü.

[36] Haşim oğulları, Kureyş kabilesinin Hz. Peygamberin de mensubu olduğu önemli bir boyudur. Adını Efendimizin büyük dedesi Haşim Bin Abdümenaf’tan alır. Hâşim oğulları, Abdulmuttalib’in dört oğluna nispetle Abbasîler, Tâlibîler, Hârisîler ve Lehebîler’den oluşuyordu. Hz. Ali’ye nispetle Alevîler, Akil b. Ebû Talip’e nispetle Akilîler, Cafer b. Ebû Talip’e nispetle Caferiler, Hz. Hasan’a nispetle Hasenîler (şerifler), Hz. Hüseyin’e nispetle Hüseynîler (Seyyidler) gibi çeşitli kollara ayrılmıştır.

[37] Bu sayfa, Müslümanlara ve Efendimizin mensubu olduğu Haşim Oğulları boyuna yönelik boykot uygulamasının yazılı metniydi. “Bismikellahümme: Allah’ım senin isminle” diyerek başlıyordu. Boykotun 3. Senesinde kurtlar bu sayfaya musallat oldu ve üzerindeki yazılardan sadece “Allah” lafzını bıraktılar. Bu durum Efendimize vahiyle bildirildi. Olayın açıklanmasıyla birlikte boykot kaldırıldı.

[38] Yemâme, günümüz Arabistan yarımadasında başkent Riyad’ın 70 km doğusunda yer alan bir yerleşim merkezi.

[39] Hendek Savaşı, Medine’ye yerleşmiş olan Müslümanlarla birleşik Arap ve Yahudi kabileleri arasında 627 yılı mart ayı boyunca devam eden savunma savaşıdır. Müslümanlar yaklaşık 3 bin ve birleşik kuvvetler ise yaklaşık 10 bin kişiydi. İranlı sahabe Selman-ı Farisî’nin tavsiyesiyle şehrin etrafına hendekler kazılmış ve karşısında savunma hatları oluşturulmuş ve şehrin harap edilip Müslümanların katledilmesi önlenmiştir. Birleşik güçler bir netice alamadan peş peşe gelen fırtınaların da etkisiyle dağılıp gitmişlerdir. Bu savaş Müslümanların son savunma savaşıdır.

[40] Ahzab, hizb kelimesinin çoğul halidir. Medine’yi kuşatmaya gelen müttefik düşman kuvvetlerine Ahzab denmiştir. Bu sebeple Hendek savaşının bir adı da Ahzâb (hizbler) Savaşıdır. Ayrıca Kur’ân’ın 114 suresinden birinin adı Ahzab Suresidir.

[41] Zeyd İbn-i Sûhan, Efendimiz zamanında çocuk yaşlardaydı. Özellikle Hz. Ömer zamanında yapılan fetih seferlerine katıldı. İran’ın fethine kapı aralayan Nihâvend savaşında sol el kesildi. (Böylece Efendimizin onun hakkında verdiği haber gerçekleşti.) Cemel vakasında Hz. Ali safında şehid oldu.

[42] Nihâvend Savaşı, 642 yılında Hz. Ömer’in hilafeti zamanında Sasani devletiyle Müslümanlar arasında yapılan savaştır. 30 bin İslam askerine karşı 100 bin kişilik Sasani kuvveti Hemedan yakınlarında çarpışmış, taktik bir geri çekilmeyle etrafı kuşatılan Sasanî ordusu tamamen imha edilmiştir. Müslümanların kesin ve parlak bir zaferiyle sonuçlanan bu savaşın ardından İran bütünüyle fethedilmiştir.

[43] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 241-45


Yorum Yap

Yorumlar