19. Mektub’un giriş ve İhtar kısmını cümle cümle izah eder misiniz?
ZÜLFİKĀR’IN ÜÇÜNCÜ MAKAMI / On Dokuzuncu Mektub
Bu risale, 1929 yılında Isparta ilinin Eğirdir ilçesine bağlı Barla köyünde telif edildi. Bu risalenin yeri Mektubât mecmuası birinci cild 19. Sırasında olmakla beraber makam münasebetiyle Zülfikar mecmuası üçüncü makamı olarak buraya dahil edilmiştir.
Hz. Üstad, bu risaleden; “Mu‘cizât-ı Ahmediye'nin (asm) bir aynası olan On Dokuzuncu Mektub”[1] diye bahseder.
Mu‘cizât-ı Ahmediye’ye (asm) dâir
Peygamber Efendimiz (asm), bir hadislerinde; “ismim Tevrat’ta Ahyed, İncil’de Ahmed ve Kur’ân’da Muhammed’dir”[2] buyurmuş. Hz. Üstad, bu risaleye isim verirken Peygamber Efendimiz (asm)’ın Ahmed ismini tercih etmiştir.
Bu risale, baştan sona Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerini nakil ve izah etmiştir.
Müellifi Saîdü’n-Nûrsî
Bu risâle üç yüzden fazla mu‘cizâtı beyân eder.
Bu risalenin içeriğinde Peygamber Efendimizin (asm) üç yüzden fazla (yaklaşık 337) adet mucizesi açıklanmıştır.
Risâlet-i Ahmediye’nin (asm) mu‘cizesini beyân ettiği gibi, kendisi de o mu‘cizenin bir kerâmetidir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğinin şahitleri, tasdik edici delilleri olan mucizeleri açıkladığı gibi kendisi de o mucizelerin bir kerameti olarak olağanüstü bir şekilde telif edilmiştir.
Üç-dört nevi‘le hârika olmuştur.
Bu risalenin telifi üç, dört yönden harika olmuştur.
Birincisi: Nakil ve rivâyet olmakla beraber, yüz sahîfeden fazla olduğu halde, kitaplara mürâcaat edilmeden, ezber olarak, dağ bağ köşelerinde, üç-dört gün zarfında, her günde iki-üç saat çalışmak şartıyla, mecmûu on iki saatte te’lîf edilmesi hârika bir vâkıadır.
Bu harikalık yönlerinden birincisi şudur: Bu risalede geçen mucizeler netice itibariyle hadistir. Hadis ilminin esaslarına tabidir. Hadis olduğu için tamamen nakil ve rivayet yoluyla tahsil edilmiştir.
Bu rivayetler yüz sahifeden fazla olduğu halde telif anında herhangi bir hadis kitabına müracaat edilmeksizin Hz. Üstadın ezberinden, dağ ve bağ köşelerinde toplam dört gün içerisinde telif edilmiştir. Her gün ortalama üç saatlik bir çalışma ile toplam on iki saat zarfında telif edilmiştir. İşte bu hacimdeki bir hadis eserinin bu kadar kısa bir zamanda kitaba müracaat etmeden ezberden telif edilmesi başlı başına harika bir hadisedir.
İkincisi: Bu risâle uzunluğu ile beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda bu civarda bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mu‘cize-i risâletin bir kerâmeti olduğunu, muttali‘ olanlara kanâat verdi.
Bu risalenin telifindeki ikinci harikalık şudur: Bu risale uzun olmasıyla birlikte (Kur’ân hattıyla) yazması[3] usanç vermez. Mütalaa edilmesi, okunması da tatlılığını kaybetmez. Bu risale ile meşgul olmak, Risale-i Nur’u halis bir talebesi olarak okumakta/yazmakta iken çeşitli nedenlerle tembellik eden kişileri şevklendirir. Tembellikten kurtarıp gayrete getirir.
Öyle ki, şartların bütünüyle aleyhte olduğu halde bir yıla yakın bir zamanda yetmiş nüsha[4] yazılmış olması telifteki ikinci bir kerameti olduğu bu durumdan haberdar olan kişilerin kalbine kanaat verdi.
Üçüncüsü: Acemi ve tevâfuktan haberi yok ve bize de daha tevâfuk tezâhür etmeden evvel, onun ve başka sekiz müstensihin, biribirini görmeden yazdıkları nüshalarda,
Bu risalenin telifinde görünen üçüncü olağanüstü durum şudur: Acemî (Kur’ân hizmetinde ve Kur’ân hattıyla yazı yazmakta yeni olan) ayrıca tevafuk[5] gibi bir kavramdan haberi olmayan 8-9 ayrı müstensih (el yazmasıyla nüsha çıkaran), birbirinden habersiz olarak yazdıkları nüshalarda;
lafz-ı Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi bütün risâlelerde ve lafz-ı Kur’ân beşinci parçasında öyle bir tarzda tevâfuk etmeleri göründü ki, zerre mikdar insafı olan tesâdüfe vermez.
Bu risalede sıklıkla geçen ‘Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ ibaresinin bu risalenin genelinde birbirine denk geldiği görülmüş. ‘Kur’ân’ lafızlarının ise bu risalenin beşinci parçasında belirgin bir ‘tevafuk’ ile denk gelmiş ki, bu olaya insafla bakan hiçbir insan bu denk gelmeleri tesadüfe vermez. Aksine ilahi bir iradenin izlerini taşıyan ‘tevafuk’ olarak benimser.
Hz. Üstad, bu olayın gelişimini 28. Mektup adlı risalesinde şöyle anlatıyor:
“Mu‘cizât-ı Ahmediye (asm) Mektubât’ında, Üçüncü İşareti’nden ta On Sekizinci İşareti’ne kadar altmış sahîfe, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin (el yazmasıyla kitap çoğaltan) nüshasında iki sahîfe müstesnâ olmak üzere mütebâkî (geri kalan) bütün sahîfelerde kemâl-i muvâzenetle (tam bir ölçüyle), iki yüzden ziyâde ‘Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm' kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahîfeye dikkat etse, tesâdüf olmadığını tasdîk edecek. Halbuki tesâdüf, olsa olsa bir sahîfede kesretli (birçok) emsâl (benzer) kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevâfuk olur. Ancak bir-iki sahîfede tamamen tevâfuk edebilir. O halde böyle umum (bütün) sahîfelerde ‘Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm' kelimesi iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyâde olsun, kemâl-i mîzân (mükemmel bir ölçü) ile birbirinin yüzüne baksa, elbette tesâdüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevâfukun, kuvvetli bir işâret-i gaybiye (bu eserin makbul olduğuna gaybdan gelen işaret) içinde olduğunu gösterir.”[6]
Kim görmüş ise, kat‘î hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybîdir. Mu‘cize-i Ahmediyenin (asm) bir kerâmetidir.
İşte bu tevafukları, denk gelmeleri gören her kim olursa olsun bunun gaybî[7] bir sır olduğuna ve Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin bir kerameti olduğuna kesin olarak hükmediyor.
Şu risâlenin başındaki esaslar çok mühimdirler.
Bu risalenin baş tarafında hadis ilmine ve peygamberlik kavramına dair çok önemli esaslar konulmuş ve izahları yapılmıştır.
Hem şu risâledeki ehâdîs, hemen umumen eimme-i hadîsçe makbûl ve sahîh olmakla beraber, en kat‘î hâdisât-ı risâleti beyân ediyorlar.
Bu risaledeki hadisler; hemen hemen bütün hadis imamları tarafından kabul edilen sıhhatli hadislerdir. Bununla beraber gerçekleştiği kesin olan ve Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğinin ispatına bakan olayları açıklar.
O risâlenin mezâyâsını söylemek lâzım gelse, o risâle kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştâk olanları onu bir kerre okumasına havâle ediyoruz. Saîd
Bu risalenin meziyetlerini ortaya koymak için bir eser kaleme alınacak olsaydı, en az bu risale kadar bir eser yazmak gerekirdi. Hz. Üstad, bütün bu sebeplerle ilme merak ve bu risaleye iştiyak duyanları bir defa olsun okumaya davet ediyor.
İhtâr
İhtar, uyarı, hatırlatma demektir. Bu bölümde eserin okunmaya başlanmasından evvel hadis ilmine ve peygamberlik kavramına dair bazı hassas uyarılar yapılmıştır.
Şu risâlede çok ehâdîs-i şerîfe nakletmişim.
Bu risalede çok sayıda hadis-i şerif naklettim.
Yanımda kütüb-ü hadîsiye bulunmuyor.
(Eseri dağ, bağ köşelerinde yazdığım için) Yanımda hadis kitapları bulunmuyor.
Yazdığım hadîslerin lafzında yanlışım varsa, ya tashîh edilsin veyahud hadîs-i bilma‘nâdır denilsin.
Bu eserde kaydettiğim hadislerin lafızlarında herhangi bir yanlışlık varsa düzeltilsin. Veya bu hadis mana itibariyle nakledilmiştir denilsin.
Çünkü kavl-i râcih odur ki, nakl-i hadîs bilma‘nâ câizdir.
Çünkü hadis âlimleri arasında en çok tercih edilen yaklaşıma göre hadislerin mana yönüyle nakledilmesi caizdir.
Hadis-i şeriflerin nakledilmesinde üzerinde en çok durulan husus; hadislerin lafzının Sevgili Peygamberimiz (asm)’ın mübarek ağzından çıktığı gibi ezber edilmesi ve ihtiyaç durumunda noktasına, nüktesine varıncaya dek olduğu gibi nakledilmesidir.
“İnsan, nisyan ile maluldür.” Her insan her yaşta her sözü olduğu gibi hatırlayamayabilir. İşbu sebeple; mana olarak aktarıyorum diye söylemek şartıyla Efendimizin hadisleri asıl metin hatırlanmadığı zamanlarda mana yönüyle nakledilebilir.
Yani hadîsin yalnız ma‘nâsını alıp, lafzını kendi zikreder.
Bu şekildeki hadis naklinde hadisin yalnızca manası nakledilir.
Madem öyledir. Lafzında yanlışım varsa, hadîs-i bilma‘nâ nazarıyla bakılsın.[8]
Madem mana ile hadis nakletmek caizdir. Nakledilen hadislerin Farz-ı muhal olarak lafızlarında bir yanlışlık varsa, mana ile nakledilen hadis olarak bakılsın.
[1] Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 251
[2] Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 108, 112; es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; Mevâhibü’l-Ledünniye, s. 143
[3] Risâle-i Nûr’a intisâb eden (bağlanan) zâtın en ehemmiyetli vazîfesi, onu (Kur’ân hattıyla) yazmak veya yazdırmaktır ve intişârına (yayılmasına) yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi ünvanını alır. (Kastamonu Lahikası s. 25)
[4] El yazması eserlerde bir örneğin çoğaltılmasıyla elde edilen, birbirinin tıpkısı olan yazılı şeylerin her birine ‘nüsha’ denilir.
[5] Tevafuk, iki ya da daha fazla şeyin tesadüf eseri olmaksızın ilahî bir iradenin varlığının kuvvetli şekilde hissedildiği denk gelmelere denilir.
[6] Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 251
[7] Beş duyu organıyla algılanabilen yaşadığımız bu âleme âlem-i şehadet denilir. Beş duyu organıyla algılanamayan âlemlere gayb âlemi denilir.
[8] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 225-226