19. Mektub’un "On İkinci İşareti’ni" cümle cümle izah eder misiniz?
On İkinci İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun On İkinci Nükteli İşareti:
On Birinci İşaretle alâkadâr olan “Üç Misâl” fakat gayet mühim misâllerdir.
On Dokuzuncu Mektubun On Birinci Nükteli İşaretiyle alakalı olan “üç mucize misalini ihtiva eder. Bu üç misal oldukça önemlidir."
Birinci Misâl:
Dağlar ve Taşlarla ve dolayısıyla toprak cinsiyle alakalı mucizelerin birinci misali:
وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰي nass-ı kat‘îsi ile ve ehl-i tahkîk umum müfessirlerin tahkîki ile ve ehl-i hadîsin ihbârı ile, Gazve-i Bedir’de şu âyet haber veriyor ki:
“Attığın zaman sen atmadın. Bilakis Allah attı”[1] ayetinin kesin olarak delil olmasıyla ve hakikatleri en ince ayrıntısına kadar araştıran bütün tefsir âlimlerinin delilleriyle ortaya koymasıyla ve hadis ilmiyle meşgul olan, hayatlarını hadis ilmine adayan yüksek âlimlerin haber vermesiyle, şu ayet-i kerime Bedir savaşında gerçekleşmiş olan bu mucizeyi haber veriyor.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir avuç toprak ile küçük taşları aldı. Küffâr ordusunun yüzüne attı. شَاهَتِ الْوُجُوهُ dedi.
Resul-i Ekrem (asm) Bedir savaşı esnasında içinde küçük taşlar bulunan bir avuç toprak aldı. Müşrik ordusunun yüzlerine doğru attı. “Yüzleri kara olsun!” dedi.
شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi bir kelâm iken onların her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi her bir kâfirin gözüne gitti. Her biri kendi gözü ile meşgul olup hücumda iken, birden kaçtılar.
Tıpkı “Yüzleri kara olsun” kelimesi bir tek söz iken onların her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak da her bir kafirin gözüne gitti. Müşrik ordusundaki askerlerin her biri kendi gözüyle meşgul olmak zorunda kaldılar. Bu sebeple Müslümanlara hücum halinde iken birden geri dönüp kaçmak zorunda kaldılar.
Hem Gazve-i Huneyn’de, başta İmâm-ı Müslim olarak ehl-i hadîs haber veriyorlar ki:
Bununla birlikte Huneyn Savaşı'nda[2] başta İmam Müslim olmak üzere hadis ilminin ehil ustaları haber veriyorlar ki:
“Gazve-i Huneyn’de Bedir gibi, küffâr şiddetle hücum ederken yine bir avuç toprak atıp شَاهَتِ الْوُجُوهُ diyerek, her birinin kulağına bir شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi girdiği gibi, biiznillâh her birinin gözüne bir avuç toprak gitti. Gözleriyle meşgul olup kaçtılar.”
“Tıpkı Bedir savaşında olduğu gibi Huneyn harbinde de kafirler ordusu ehl-i İslam’a şiddetli bir şekilde hücum ederken; Efendimiz (asm) düşman ordusuna doğru yine bir avuç toprak atıp, “yüzleri kara olsun!” dedi. Düşman ordusundaki her bir kişinin kulağına birer “yüzleri kara olsun” cümlesi girdiği gibi, Allah’ın izniyle her birinin gözüne bir avuç toprak gitti. Hücumda iken gözleriyle meşgul olup gerisin geriye kaçtılar.”
İşte Bedir’de ve Huneyn’deki hârika olan şu hâdise, esbâb-ı âdî ve kudret-i beşer dâhilinde olmadığından, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰي ferman eder.
İşte Bedir ve Huneyn savaşlarında harika bir şekilde meydana gelen şu iki hadise, sıradan sebeplerin ve insan gücünün çok üstünde olduğundan, Beyanı bile başlı başına mucize olan Kur’ân, “Attığın zaman sen atmadın. Bilakis Allah attı” diye buyurur.
Yani o hâdise, kudret-i beşer hâricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil. Belki fevkalâde bir sûrette, kudret-i İlâhiye ile olmuştur.
Yani iki ayrı savaşta gerçekleşen bu olay insan gücünün dışındadır. İnsan gücüyle değil, belki alışılmışın çok üstünde olarak, sırf Allah’ın kudretiyle meydana gelmiştir.
İkinci Misâl:
Dağlar, taşlar gibi cansız varlıklarla ilgili mucizelerin ikinci misali:
Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki:
Başta imam Buhârî ve imam Müslim’in ‘Sahih’leri olmak üzere sıhhat ve doğruluğunda şüphe bulunmayan hadis kitapları haber veriyorlar ki:
Gazve-i Hayber’de bir Yahûdî kadını bir keçiyi biryân yapıp pişirmiş. Gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş.
Hayber gazvesinde Yahudî kadınlarından biri bir keçiyi büryan şeklinde bütün olarak pişirmiş. Son derece etkili bir zehir ile o keçinin etini zehirlemiş. Ardından Resul-i Ekrem (asm) ve yakın sahabelerine göndermiş.
Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: اِرْفَعُٓوا اَيْدِيَكُمْ اِنَّهَٓا اَخْبَرَتْن۪ٓي اَنَّهَا مَسْمُومَةٌ Yani “Pişirilen keçi bana der ki: Ben zehirliyim diye haber veriyor.”
Sahabeler yemeye başladıkları sırada Efendimiz (asm) birden şöyle emretti: “Ellerinizi kaldırın. Pişirilen keçi bana, “ben zehirliyim” diye haber veriyor” dedi.
Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sîrinden Bişr ibni’l-Berâ’ aldığı bir tek lokmadan vefat etti.
Bunun üzerine herkes ellerini yemekten çekti. Fakat o şiddetli zehrin etkisinden Bişr b. Berâ[3] almış olduğu bir tek lokmadan vefat etti.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: “Neden böyle yaptın?” O menhûse dedi: “Eğer peygamber isen sana zarar vermeyecek. Eğer padişah isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.”
Bu olay üzerine Resul-i Ekrem (asm) Zeynep[4] ismindeki o kadını çağırdı. “Neden böyle yaptın? Diye sordu. O uğursuz kadın Efendimize şöyle dedi: “Eğer peygamber isen -bu zehir- sana zarar vermeyecek. Eğer -saltanat peşinde koşan bir- padişah isen, insanları senden kurtarmak için böyle yaptım.”
Bazı rivâyette onu öldürtmemiş, bazı turukta öldürtmüş. Ehl-i tahkîk demiş ki: “Kendi öldürtmemiş. Fakat Bişr’in veresesine verilmiş. Onlar öldürmüşler.”
Bazı rivayetlerde Efendimiz (asm) o kadını öldürtmemiş. Diğer bazı rivayet yollarında öldürtmüş. Bu konuyu derinlemesine araştıran âlimler demişler ki: “Efendimiz (asm) kendisi öldürtmemiş. O kadını Bişr b. Berâ’nın varislerine teslim etmiş. Onlar da kısas ile o kadını öldürmüşler.”
Şu vak‘a-i acîbedeki vech-i i‘câzı gösterecek iki-üç noktayı dinle:
Şimdi, şu oldukça ilginç olaydaki mucize yönlerini gösterecek iki-üç noktayı dinle:
Birincisi:
Bu hadisedeki mucize yönlerinden birincisi:
Bir rivâyette var ki: “O keçinin kolu haber verdiği vakit, bazı Sahâbeler de işittiler.”
Bir rivayette vardır ki: “o pişirilmiş keçinin kolu dile gelip zehirli olduğunu haber verdiğinde konuşmasını bazı sahabeler de işittiler.”
İkincisi:
Bu hadisedeki mucize yönlerinden ikincisi:
Hem bir rivâyette vardır ki: “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm haber verdikten sonra dedi: ‘بسم اللّٰه’ deyiniz. Andan sonra yiyiniz. Zehir daha te’sîr etmeyecektir.”
Başka bir rivayette vardır ki: “Resul-i Ekrem (asm) keçinin zehirli olduğunu haber verdikten sonra “Bismillah deyiniz ve ondan sonra yiyiniz. Artık zehir etki etmeyecektir” dedi.
Şu rivâyeti çendân İbn-i Haceri’l-Askalânî kabul etmemiş. Fakat başkaları kabul etmişler.
Şu son rivayeti her ne kadar büyük hadis âlimlerinden İbn-i Hacer Askalânî kabul etmemiş. Fakat diğer hadis âlimleri kabul etmişler.
Üçüncüsü:
Bu hadisedeki mucize yönlerinden üçüncüsü:
Hem dessâs Yahûdîler, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ve mukarrebîn-i Sahâbeye birden darbe vurmak istedikleri halde,
Hem desise üstüne desise çıkaran Yahudîler, Resul-i Ekrem (asm)’a ve en yakınında bulunan sahabelerine toplu bir darbe vurmak istedikleri anda,
birden gāibden haber verilmiş gibi, hâdisenin inkişâfı ve desîselerinin akîm kalması; ve o ihbârın ifade ettiği vâkıa doğru çıkması;
Birden gâibden haber verilmiş gibi olayın içeriğinin ortaya çıkması ve Yahudilerin yaptıkları desisenin sonuçsuz kalması ve aynı zamanda Efendimizin verdiği haberin doğru çıkması;
ve hiçbir vakit Sahâbeleri nazarında muhâlif bir haberi görülmeyen Zât-ı Ahmediye’nin (asm), “Şu keçinin kolu bana söylüyor” demesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü işitmesi kadar kanâat-i kat‘iyeleri olmuş.
Ve hiçbir zaman sahabelerinin yanında doğru haberden başka ağzından bir söz işitilmeyen Hz. Muhammed (asm), “Şu keçinin kolu bana söylüyor” diye söylemesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü bizzat işitmesi kadar kesin kanaat kazanmalarına sebep olmuştur.”
Üçüncü Misâl:
Dağlar ve taşlar gibi donuk varlıklarla ilgili mucizelerin tamamlayıcısı olan üçüncü mucize misali:
Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın yed-i beyzâ ve asâ mu‘cizesine nazîre olarak üç hâdisede bir mu‘cize-i Ahmediye (asm):
Hz. Musa[5] (as)’ın ‘yed-i beyzâ (parlayan el’)[6] ve asâ mucizesine[7] benzer şekilde Efendimizin üç ayrı olayda üç mucizesi gerçekleşmiş:
Birincisi:
Musa (as)’ın asâ ve yed-i beyzâ mucizelerine nazire olarak (benzer şekilde) gerçekleşen mucizelerin birincisi:
Hazret-i İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel, Ebî Saîdi’l-Hudrî’den tahrîc ve tashîh eder ki:
Hz. İmam Ahmed İbn-i Hanbel, Ebu Saidi’l Hudrî adlı sahabeye dayandırarak sıhhatli bir şekilde haber veriyor ki:
“Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Katâde ibn-i Nu‘mân’a, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir. Ve ferman eder ki: ‘Sana lâmba gibi onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman, bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hânenden çıkar, tard et.’
“Resul-i Ekrem (asm) karanlıklı ve yağmurlu bir gecede Katâde İbn-i Numan[8] (ra)’a bir değnek verir ve emreder ki: “-Bu değnek- sana tıpkı şimdiki lamba gibi onar arşın[9] her tarafa ışık verecek. Evine gittiğin zaman, siyah bir gölge şahıs göreceksin. O şeytandır. Onu evinden çıkar, uzaklaştır.”
Katâde değneği alır, gider. Yed-i beyzâ gibi ışık verir. Evine gider. O siyah şahsı görür, tard eder.”
Katâde değneği alır ve gider. Tıpkı Musa (as)’ın yed-i beyza’sı gibi etrafına ışık verir. Evine kadar o ışık ile gider. Elinde o siyah şahsı görür, kovup uzaklaştırır.”
İkincisi:
Musa (as)’ın asâ ve yed-i beyzâ mucizelerine nazire olarak gerçekleşen mucizelerin ikincisi:
Bir menba‘-ı garâib olan Gazve-i Kübrâ-yı Bedir’de, Ukkâşe ibn-i Mihsani’l-Esedî’nin müşriklerle dövüşürken kılıcı kırıldı.
Gariplikler kaynağı olan büyük Bedir gazvesinde Esed kabilesine mensup Ukkâşe İbn-i Mıhsan[10] (ra) müşriklerle savaşırken kılıcı kırıldı.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kılıca mukābil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harb et.” Birden değnek, biiznillâh uzun beyaz bir kılıç oldu. Onun ile harb etti.
“Resul-i Ekrem (asm), Ukkâşe’nin kırılan kılıcına karşılık ona kalınca bir değnek verdi. “Bununla harp et” dedi. Allah’ın izniyle o değnek beyaz, uzun bir kılıç oldu. Hz. Ukkâşe o kılıçla savaştı.
Hayatı mikdarınca, tâ Yemâme Harbi’nde şehîd oluncaya kadar boynunda taşıdı.
Hz. Ukkâşe, Yemâme savaşında şehid oluncaya kadar hayatı boyunca o kılıcı boynunda taşıdı.
Şu hâdise kat‘îdir. Çünkü Ukkâşe, bütün hayatında onun ile iftihâr etmiş. Ve o kılıç, ‘el-Avn’ nâmıyla meşhur olmuş. İşte Hazret-i Ukkâşe’nin iftihârı ve kılıcın ‘Avn’ nâmıyla kılıçların fevkınde iştihârı, şu hâdisenin iki huccetidir.
Şu hadisenin vukuu kesindir. Çünkü Hz. Ukkâşe, hayatı boyunca o kılıçla iftihar etmiş. Ve o kılıç, ‘El-avn: Yardımcı’ namıyla meşhur olmuş. İşte Hz. Ukkâşe’nin hayatı boyunca iftihar etmesi ve bu kılıcın ‘el-avn’ namını alarak diğer kılıçların çok üstünde şöhret kazanmış olması, şu mucizenin gerçekliğine dair iki delildir.
Üçüncüsü:
Musa (as)’ın asâ ve yed-i beyzâ mucizelerine nazire olarak (benzer şekilde) gerçekleşen mucizelerin üçüncüsü:
İbn-i Abdi’l-Berr gibi bir allâme-i asır ve ehl-i tahkîkin büyüklerinden nakil ve tashîh ediyorlar ki:
İbn-i Abdi’l Berr[11] gibi kendi asrının en bilgin kişilerinden ve araştırmacı âlimlerin büyüklerinden olan bir hadis bilgininden sıhhatli bir şekilde naklediyorlar ki:
“Gazve-i Uhud’da, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın halazâdesi olan Abdullâh ibn-i Cahş harb ederken kılıcı kırıldı. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bir değnek verdi. O değnek onun elinde bir kılıç oldu. Onun ile harb etti. O eser-i mu‘cize olan kılıç, bâkî kaldı.”
“Resul-i Ekrem (asm)’ın halasının oğlu olan Abdullah b. Cahş[12] (ra)’ın Uhud harbinde savaşırken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem (asm) ona bir değnek verdi. O değnek Abdullah b. Cahş’ın elinde bir kılıç oldu. O kılıç ile savaştı. Savaş bitti ama o mucize eseri olan kılıç geride baki kaldı.”
Meşhur İbn-i Seyyidi’n-Nâs siyerinde haber veriyor ki: “Bir zaman sonra Abdullâh, o kılıcı Buga-yı Türkî nâmında bir adama iki yüz liraya sattı.”
Meşhur İbn-i Seyyindi’n-Nâs[13] siyer[14] eserinde kaydettiğine göre; “Uzun bir zaman sonra Abdullah b. Cahş’ın varisleri o kılıcı Buğa-yı Türkî[15] namında bir adama iki yüz dinara sattı.
İşte bu iki kılıç, Asâ-yı Mûsâ gibi birer mu‘cizedir. Fakat Asâ-yı Mûsâ, vefât-ı Mûsâdan (as) sonra vech-i i‘câzı kalmadı. Fakat şunlar bâkî kaldılar.[16]
İşte bu iki kılıç, Mûsa (as)’ın asası gibi birer mucizedir. Fakat Musa (as)’ın vefatından sonra asasının mucize yönü kalmadı. Fakat mucize eseri olan bu iki kılıç geriye kaldılar.
[1] El-Enfal, 8/17
[2] Huneyn Savaşı, hicretin 8. miladi 630 yılında Mekke’nin fethinden hemen sonra Huneyn vadisinde İslam Ordusuyla Hevâzin ve Sakif kabileleri arasında gerçekleşen savaştır. Bu savaşa kadar sayıca hep düşük olan Müslümanlar, Medine’den gelen 10 bin kişilik fetih ordusuna ilaveten iki bin kişilik Kureyş kabilesi de dahil olunca sayıca üstün duruma geçmişti. İşbu sayı üstünlüğü müminlerden bazılarını gurura sevk etmiş ve harbin ilk anlarında bozguna uğranmasına sebep olmuştur. Efendimizin, “Ben Allah’ın Resulüyüm. Abdullah oğlu Muhammedim” diyerek nara atıp kutsî şecaatiyle dağılmış haldeki ordusunu toparladığı ve ardından Allah’ın galibiyet ihsan ettiği bu savaşta çok yüksek miktarlarda ganimet elde edilmiş ve Hevâzin tehlikesi bertaraf edilmiştir.
[3] Bişr b. Berâ, Medineli Hazrec kabilesine mensup sahabedir. İkinci akabe biâtına iştirak etti. Efendimiz (asm) onu kabilesinin başına reis olarak tayin etti. Bedir başta olmak üzere Hayber dahil bütün gazvelere Efendimizin yanı başında katıldı. Hayber Yahudilerinin teslim olmasından sonra Zeynep bint Haris adındaki kadın Efendimize ziyafet vermek istediğini söyleyip yemeğe davet etti. Hz. Bişr, asıl maksadı Efendimizi ve yakın sahabelerini topluca katletmek olan kadının pişirdiği etin zehrinden şehid oldu. Etin zehirli olduğunu gaybî olarak haber alan efendimiz (asm) lokmasını hemen ağzından geri çıkardı. Hz. Bişr ise Efendimizin huzurunda lokmasını ağzından geri çıkarmadı. Yani edep şehidi oldu.
[4] Zeyneb Bint Hâris, babası Medine’de yaşayan Beni Nadır Yahudilerinden, kocası ise Hayber Yahudîlerinden biridir. Babası, amcası ve kocası Hayber savaşında öldürüldü. Efendimizi ve yakın sahabelerini zehirlemeye karar veren Yahudîler, kararı tatbik için bu kadını seçtiler. Efendimiz (asm) olayın iç yüzünü mucize olarak anladı. Zeynep adındaki bu kadını sorguya çekti. Kadın öldürülen babası, amcası ve kocasının intikamını almak için böyle bir işe giriştiğini ve şayet peygamber ise zaten olayın kendisine vahiy ile bildirileceğini düşündüğünü söyledi. Efendimiz (asm) o kadını zehirli yemekten şehid olan Bişr b. Berâ (ra)’ın varislerine teslim etti. Onlar da kısas yaparak öldürdüler.
[5] Hz. Musa, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’e göre Allah’ın peygamberidir. Dört kutsal kitaptan Tevrat’ın kendisine indirildiği kendisine kitap verilen dört seçkin peygamberden biridir. Yusuf (as)’ın emriyle Mısır ülkesine yerleşen ve yıllar içerisinde köle haline getirilen Yahudî milletini esaretten kurtarmak ve onları dosdoğru yola ulaştırmak için görevlendirildi. Uzun müddet Firavun ve taraftarlarıyla mücadele etti. Allah’ın mucizesi olarak kızıl denizi ikiye yardı ve tüm inananlar su duvarlarının arasından geçti. Düşmanları tek seferde bu suda boğuldu. Ardından içerideki putperestlerle mücadele etti. Bütün hayatı, “işittik ve isyan ettik” ve “sen git Rabbinle birlikte savaş” diyen Yahudi milletiyle uğraşmakla geçti. Allah’ın emriyle Kudüs’ü putperestlerden temizlemek için harekete geçti. Fetih müyesser olmadan vefat etti.
[6] Yed-i Beyza mucizesi, Hz. Musa’nın peygamberliğini ispat etmesi için kendisine verilen mucizelerden biridir. Musa (as) mübarek elini koynuna sokup çıkardığı zaman kusursuz, ışıl ışıl parlayan bir beyazlık alırdı. Bu mucizenin gerçekliği Kur’ân’ın ayetleriyle sabittir. (Bkz: El-A’râf, 7/104-108)
[7] Asâ mucizesi, Hz. Musa (as)’ın peygamberlik davasını doğru çıkarmak için ona verilen en büyük mucizedir. Öyle ki, bu asâ ile taşa vurduğu zaman 12 musluklu çeşme akar, yere bıraktığı zaman sihirleri yutan bir ejderhaya dönüşür, Nil nehrine dokununca taşmış olan suyu çekilir veya kurbağa istilası gibi havyan saldırılarının başlamasına sebep olurdu. Nihayet Musa (as) Kızıldeniz’e bu asâ ile dokunduğu zaman deniz ikiye yarıldı.
[8] Katâde İbn-i Numan, Medineli Evs kabilesine mensup sahabedir. 579 yılında Medine’de doğdu. Meşhur Ebu Saidi’l Hudrî’nin kardeşidir. İkinci akabe biâtında bulundu. Bütün savaşlarda Efendimizin yanında yer aldı. Hz. Ebu Bekir döneminde mürtedlere karşı yapılan savaşlara iştirak etti. Hz. Ömer zamanında müşavere heyetinde bulundu. Şam’ın fethine katıldı. Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.
[9] Arşın, orta boylu bir insanın dirsek ile orta parmak ucu arasındaki uzunluk ölçüsüdür. Arapçası zira’dır.
[10] Ukkâşe İbn-i Mıhsan, ilk Müslümanlardandır. 589 yılında Mekke’de doğdu. Bütün savaşlara katıldı. Bazı seriyyelere komutanlık etti. Savaşlarda gösterdiği cengaverlik ve kahramanlıklarla tanındı. Kendi kabilesine karşı düzenlenen Gamre seferine komutan olarak katıldı. Efendimiz onu “Arapların en ütün süvarilerinden biri” olarak övmüş ve “sorgu suale çekilmeden cennete girmesi” için dua etmiştir. Esasen ashâb-ı Suffe’den olan Hz. Ukkâşe, Efendimizin vefatından bir yıl sonra peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Hüveylid üzerine yapılan seferde şehid oldu. Günümüz Kahramanmaraş ve Gaziantep il sınırı ortasında Nurdağı ilçesinde türbesi vardır. Bu iki ilimizde bu mübarek sahabeye nispetle mahalli olarak Ökkeş ismi çok bulunur.
[11] İbn-i Abdü’l Berr Nemerî, 978 yılında Kurtuba (günümüz İspanya Cordoba’sın)’da doğdu. Dedesi Nemir’e nispetle Nemerî diye anılmıştır. Dedesi devrinin tanınmış sufilerinden ve babası ise tefsir, fıkıh ve hadis gibi ilimlerde tanınmış alimlerinden biriydi. 107 ayrı alimden ilim tahsil edip icazet aldı. İslami ilimlerin yanında matematik, tıp, coğrafya ve astroloji gibi bilim dallarında da çalışmalar yaptı. Kalabalık ilim meclislerinde sürekli ilim anlatmış ve çeşitli şehirlerde kadılık yapmıştır. Onun için “rivayet ettiği eserlerden bir kütüphane vücuda gelebilir” denilmiştir. 1071 yılında Endülüs’te vefat etti.
[12] Abdullah b. Cahş, Efendimizin halasının oğludur ve ilk Müslümanlardan biridir. Habeşistan’a yapılan iki hicrete de iştirak etti. Ardından Medine’ye hicret etti. İslam’ın ilk seriyye komutanı odur. Yapılan bu seriyyeye onun adı verildi. Alınan ganimetin beşte birinin Efendimize ait olduğuna dair fikri daha sonra ayet ile desteklendi. Bedir ve Uhud savaşlarına iştirak etti. Uhud savaşında şehid edilip, Hz. Hamza gibi cenazesine işkence edildi. Dayısı Hz. Hamza ile aynı kabre konuldu.
[13] İbn-i Seyyidi’n-Nâs, hadis ve fıkıh alimi, tarih ve edebiyatçıdır. 1273 yılında Kahire’de doğdu. Henüz beş yaşında iken alim bir kişi olan babasıyla ilim meclislerine devam etti. Öyle ki çocuk yaşta iken Kadı İyaz’ın eş-Şifa ve İmam Buhârî’nin es-Sahih’ini dinledi. Küçük yaşta birçok hocadan icazet aldı. Kahire, İskenderiye, Hicaz ve Suriye’de birçok alimden istifade etti. Endülüs, İfrikiyye (günümüz Tunus) ve Irak’ta pek çok alimden hem istifade etti hem de icazet aldı. Kahire’de hadis hocasına yardımcı müderris oldu. Ardından müstakil olarak iki ayrı medresede hadis okuttu. Başka bir camide hatiplik yaptı. İlimle dolu bir ömrün ardından 1334 yılında vefat etti.
[14] Es-Sîretü’n Nebeyiye adlı bu eser İbn-i Hıbban’ın es-Sikât adlı eserinden derlemedir. Es-Sikât, giriş kısmında Efendimizin hayatını ve gazvelerini anlatan, hadis rivayetinde adı geçen ravileri alfabetik sırayla tanıtan bir eserdir.
[15] Buğa-yı Türkî, Abbasî halifesi Mu’tasım-billah zamanında yaşamış ve birçok iç isyanın bastırılmasında önemli hizmetleri geçmiş olan Türk komutandır. 840’lı yıllarda Abbasî devletinin en önemli komutanlarından biriydi. Abdullah b. Cahş (ra) Uhud şehitlerinden olduğuna göre bu iki insanın birbirini görme ve kılıç alışverişi yapma imkânı olamaz. Öyle ise yüksek ihtimal Abdullah b. Cahş’ın mirasçılarından biri bu kılıcı bahsi geçen komutana satmış olmalıdır. Hz. Üstad burada yaptığı rivayette küçük bir kesinti söz konusudur. Bu kesinti, iktibas yaptığı eserin rivayetine dokunmadan alıntı yapmış olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla burada olay örgüsündeki kesinti aziz üstadın değil eser sahibinin olmalıdır. Hem de Hz. Üstad da olsa sonuçta bir insandır. İnsan ise hatadan hali değildir. Hata yapmış olsa bile onun nakline zarar vermez. Aziz üstadımızın herhangi bir konuda herhangi bir hatasının olması onun büyüklüğüne bir halel getirmez.
[16] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 266-68