19. Mektub’un "Dördüncü Nükteli İşareti’ni" cümle cümle izah eder misiniz?
Dördüncü Nükteli İşaret:
On Dokuzuncu Mektubun Dördüncü Nükteli İşareti
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Allâmü’l-Guyûb’un ta‘lîmiyle haber verdiği umûr-u gaybiye had ve hesaba gelmez.
Resul-i Ekrem (asm)’ın, Allâmu’l guyûb[1] (bütün gayb alemlerini en iyi bilen Allah)’ın, gaybî[2] (bize gayb olan ve bilme imkânımız olmayan) olayları ona öğretmiş. Peygamber Efendimiz (asm)’ın Rabbinden öğrenip haber verdiği gaybî haberler çok fazladır.
İ‘câz-ı Kur’ân’a dâir olan Yirmi Beşinci Söz’de envâına işaret ve bir derece îzâh ve isbat ettiğimizden,
Kur’ân’ın mucizelerine dair 25. Söz adlı risalede bu gaybî haberler mucizesinin bazı çeşitlerine işaret edilmiştir. Ayrıca ne olduğu açıklanmış ve ispat edilmiş olduğundan,
geçmiş zamana dâir ve enbiyâ-yı sâbıkaya dâir ve hakāik-i İlâhiyeye ve hakāik-i kevniyeye ve hakāik-i uhreviyeye dâir ihbârât-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söz’e havâle edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz.
Geçmiş zamana, önceki peygamberlere, (Rabbimizi anlatan) ilahî hakikatlere, yaratılışla ilgili hakikatlere ve ahiret yurdunun hakikatlerine dair gaybî haberleri 25. Söz adlı risaleye havale edip, şimdilik burada bahsetmeyeceğiz.
Yalnız kendinden sonra Sahâbe ve Âl-i Beyt’in başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisâta dâir pek çok ihbârât-ı sâdıka-i gaybiyesi kısmından cüz’î birkaç misâline işaret edeceğiz.
Sadece kendisi ahirete göç ettikten sonra sahabeleri, Âl-i beyti ve ümmetinin ileride başlarına gelecek olaylara dair pek çok haber vermiş. Bu haberlerin hepsi dosdoğru çıkmış. İşte bunlardan birkaç misali burada zikredeceğiz.
Ve şu hakîkat tamamıyla anlaşılmak için “Altı Esas” mukaddime olarak beyân edeceğiz.
Bu (gaybî haberlerle ilgili) hakikatlerin tam olarak anlaşılması için başlangıçta “Altı Esası”[3] açıklayacağız.
Birinci Esas: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın çendân her hâli ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şâhid olabilir. Fakat her hâli, her tavrı hârikulâde olmak lâzım değildir.
Birinci Esas: Her ne kadar Resul-i Ekrem (asm)’ın her hâli, her tavrı Onun davasındaki doğruluğuna ve peygamberliğine şehadet eder. Fakat takındığı her tavrı, gösterdiği her hali olağanüstü olmak zorunda değildir.
Çünkü Cenâb-ı Hakk onu beşer sûretinde göndermiş. Tâ insanın ahvâl-i ictimâiyelerinde dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a‘mâl ve harekâtlarında rehber olsun. Ve imam olsun.
Çünkü Cenâb-ı Hak onu sonuç itibariyle bir insan olarak göndermiş. Ta ki, insanların toplum yaşantılarında bulunacakları her türlü hallerde, dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıracak amellerinde, hareketlerinde insanlara tam bir rehber olsun. Her noktada imam olsun.
Ve her biri birer mu‘cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyât içindeki hârikulâde olan san‘at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin.
Her gün düzenli olarak gerçekleşen ve bu sebeple insanın gözünde sıradan gibi algılanan olayların her biri aslında ilahi kudretin birer mucizesidir. Olağan olarak kabul ettiğimiz ilahi icraatların içindeki Rabbimizin olağanüstü sanatlarını ve ilahi kudretinin tasarrufları, icraatları olduğunu göstersin (diye her hali olağanüstü olmamış).
Eğer ef‘âlinde beşeriyetten çıkıp hârikulâde olsa idi, bizzât imam olamazdı. Ef‘âliyle, ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi.
Şayet her türlü fiilinde insanüstü bir duruma girseydi insanlara bizzat önder ve rehber olamazdı. Böyle olunca fiilleriyle, halleriyle, tavırlarıyla insanlara ders veremezdi.
Fakat yalnız nübüvvetini muannidlere karşı isbat etmek için hârikulâde işlere mazhar olur. Ve indelhâce, ara sıra mu‘cizâtı gösterirdi.
Bununla beraber inat edip peygamberliğini kabul etmeyenlere karşı davasını ispat etmek için olağanüstü hallere mazhar olur ve mucizelerini yalnızca ihtiyaç anında gösterirdi.
Fakat sırr-ı teklîf olan imtihân ve tecrübe muktezâsıyla, elbette bedâhet derecesinde ve ister istemez tasdîke mecbûr kalacak derecede mu‘cize olmazdı.
İnsan sonuçta dünyada imtihan için bulunuyor. Gösterdiği mucizeler imtihanın sırrını bozacak kadar (mesela güneşin varlığının inkâr edilemeyecek kadar kesin olması gibi) apaçık olsaydı, insanların aklını ve tercih etme yetkisini elinden alırdı. Hal böyle olunca muhataplar ister istemez mecburen inanacak derecede mucizeler göstermesi imtihana uygun değildi.
Çünkü sırr-ı imtihân ve hikmet-i teklîf iktizâ eder ki, akla kapı açılsın. Ve aklın ihtiyârı elinden alınmasın.
Çünkü imtihanın sırrı ve insana emanetin yüklenmesinin hikmeti; akla kapı açılmasını ve fakat aklın irade ve seçme yetkisinin elinden alınmamasını gerektirir.
Eğer gayet bedîhî bir sûrette olsa, o vakit aklın ihtiyârı kalmaz. Ebû Cehil de Ebû Bekir (ra) gibi tasdîk eder. İmtihân ve teklîfin fâidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.
Şayet hiçbir şekilde inkâr edilemeyecek kadar açık seçik bir tarzda olsaydı. O zaman aklın iradesi yani dilediğini seçme yetkisi kalmazdı. Böyle olunca en katı inkarcılardan Ebu Cehil de en sadık müminlerden Hz. Ebu Bekir gibi iman ederdi. İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesinin, imtihan edilmesinin anlamı kalmazdı. Kömür ruhlu olan insanlarla elmas ruhlu olan insanlar aynı seviyede kalırdı.
Cây-ı hayrettir ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, mübâlağasız binler vecihde binler çeşit insan, her biri bir tek mu‘cizesi ile veya bir delîl-i nübüvveti ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hâkezâ, birer alâmetiyle îmân getirdikleri halde,
Şu hakikat o kadar hayret edilecek bir durumdur ki, binler çeşit insan, binlerce farklı yöntemlerle Resul-i Ekrem (asm)’ın bir tek mucizesini görmekle veya peygamberlik delillerinden biriyle veya bazan sadece bir sözüyle veya bazıları sadece mübarek yüzünü görmesiyle veya bunlar gibi peygamber olduğuna dair alâmetlerden biriyle iman ettikleri halde,
bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri îmâna getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti,
bütün bu binlerce birbirinden ayrı insanları, keskin kavrayışlı, fikir sahibi insanların imana gelmelerine sebep olan binlerce peygamberlik delilleri,
nakl-i sahîh ile ve âsâr-ı kat‘iye ile, şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfî gelmiyor gibi dalâlete sapıyorlar.
Sıhhatli ve doğruluğu kesin olarak nakledilen bu deliller bu zamanın bedbaht bazı insanlarına yeterli gelmiyor gibi dosdoğru hidayet yolundan sapkınlık uçurumlarına sapıyorlar.
İkinci Esas: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet i‘tibâriyle beşer gibi muâmele eder.
İkinci Esas: Resul-i Ekrem (asm) netice itibariyle bir beşerdir. Beşeriyeti itibariyle normal bir insan gibi yaşar.
Hem Resûl'dür, risâlet i‘tibâriyle Cenâb-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risâleti vahye istinâd eder.
Hem de Allah’ın elçisidir. Peygamberlik itibariyle Cenâb-ı Hakk'ın içimizdeki bir elçisi ve tercümanıdır. Peygamberliği Allah’tan aldığı vahye[4] dayanır.
Vahiy iki kısımdır. Biri, vahy-i sarîhîdir ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdâhalesi yoktur. Kur’ân ve bazı ehâdîs-i kudsiye gibi.
Vahiy iki kısımdır. Birisi sarih vahiydir.[5] Kur’ân’ın âyetleri ve kudsî hadisler sarih vahiydir. Resul-i Ekrem (asm)’ın bu kısım vahiyde en küçük bir müdahalesi yoktur. Sırf bir iletken ve tebliğcidir. Rabbinden geleni [tıpkı bir ayna gibi] geldiği gibi tebliğ eder.
İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısım mücmel ve hulâsası, vahye ve ilhâma istinâd eder. Fakat tafsîlâtı ve tasvîrâtı Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a âittir.
İkinci kısım zımnî vahiydir.[6] Bu kısım vahyin özü ve özeti vahye veya ilhama dayanır. Ayrıntıları ve ifadelerdeki tasvirler Resul-i Ekrem (asm)’a aittir.
O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsîl ve tasvîrde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhâma, ya vahye istinâd edip beyân eder. Veyahud kendi firâsetiyle beyân eder.
Peygamber Efendimiz (asm) bu tür zımnî vahiy ile gelen hadisenin ayrıntılarını verirken veya ibarelerini tasvir ederken yine ilhama veya doğrudan vahye dayanarak açıklar. Veya bazen de kendi ferasetiyle[7] açıklar.
Ve kendi ictihâdıyla yaptığı tafsîlât ve tasvîrât, ya vazîfe-i risâlet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyân eder. Veyahud örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyân eder.
Kendi içtihadıyla yaptığı ayrıntılama ve tasvirlerinde; Ya peygamberlik görevi noktasında yüce, kutsal, manevi bir kuvvet ile açıklar. Veyahut insanların genel örf, adet ve anlayış seviyelerine göre bir beşer olarak açıklamıştır.
İşte her hadîsde bütün tafsîlâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezâsı olan efkâr ve muâmelâtında risâletin ulvî âsârı aranılmaz.
Bu sebeplerle her hadisin bütün ayrıntılarına katıksız vahiy nazarıyla bakılmaz. Beşeriyetinin gereği olan fikirlerinde ve uygulamalarında peygamberliğin yüksek eserleri aranılmaz.
Madem bazı hâdiseler mücmel olarak, mutlak bir sûrette ona vahyen gelir. O da kendi firâsetiyle ve teârüf-ü umûmî cihetiyle tasvîr eder.
Madem bazı hadiseler özet olarak, mutlak (kelimelerden, ibarelerden yoksun olarak) Peygamber Efendimiz (asm)’a vahiy olarak gelir. O da kendi ferasetiyle ve insanların anlayacağı usulde bu manaları cümleye döker.
Şu tasvîrdeki müteşâbihâta ve müşkilâta bazen tefsîr lâzım geliyor. Hatta ta‘bîr lâzım geliyor.
Peygamberimizin yapmış olduğu benzetmeleri ve anlaşılması biraz güç olan bazı özlü hakikatleri uygun ibarelerle açıklamak gerekiyor.
Çünkü bazı hakîkatler var ki, temsîl ile fehme takrîb edilir.
Çünkü bazı hakikatler vardır ki, ancak misallerle anlayışa uygun hale getirilebilir.
Nasıl ki, bir vakit huzûr-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.”
Mesela bir defasında Peygamber Efendimiz (asm) bir mecliste bulunurken derin bir gürültü işitildi. “Şu gürültü, yetmiş seneden beri yuvarlanıp, şimdi cehennemin dibine düşmüş (olan) bir taşın gürültüsüdür” diye buyurdu.
O an için Peygamber Efendimizin (asm) ne demek istediği tam olarak anlaşılamadı.
Bir saat sonra cevab geldi ki, yetmiş yaşına giren meşhur bir münâfık ölüp cehenneme gitti. Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın belîğ bir temsîl ile beyân ettiği hâdisenin te’vîlini gösterdi.
Sesin işitilmesinden ve Peygamber Efendimiz (asm)’ın o ses hakkında yaptığı yorumdan bir saat sonra yeni bir haber geldi. Yetmiş yaşındaki meşhur bir münafık vefat edip cehennemin dibini boylamıştı. Böylece Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’ın belâgatli[8] bir misal ile açıklamış olduğu hadisenin yorumu ve anlamı tam olarak anlaşıldı.
Üçüncü Esas: Nakil olunan haberler, eğer tevâtür sûretinde olsa, kat‘îdir.
Üçüncü Esas: Peygamber Efendimizden (asm) bize kadar nakledilen haberler şayet tevatür ile nakledilmiş ise zaten gerçekliği kesindir.
Tevâtür (Hâşiye) iki kısımdır. Biri sarîh tevâtür, biri ma‘nevî tevâtürdür.
Hâşiye: İhtâr: Şu risâlede tevâtür lafzı, Türkçe şâyia ma‘nâsındaki tevâtür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimâli olmayan kuvvetli ihbârdır.
Haşiye: Dipnot; Bu risalede geçen tevatür ibaresi, Türkçemizdeki şayia yani yaygın söylenti, anlamında değildir. Aksine kuvvetli ve kesin bilgiyi ifade eden, yalan olma ihtimali olmayan kuvvetli haber demektir.
Tevatür,[10] iki kısımdır.
a- Sarih tevatür.[11]
b- Manevi tevatür.[12]
Ma‘nevî tevâtür de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani sükût ile kabul gösterilmiş.
Manevi tevatür de iki kısımdır.
a- Sükûtî tevatür, yani yanında o haber verildiği zaman itiraz edilmeyip sükût etmek ile kabul gösterilmesidir. Halk arasında geçerli olan “sükût ikrardandır” sözü bu kabul şekline işaret eder.
Meselâ, bir cemâat içinde bir adam, o cemâatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemâat onu tekzîb etmezse, sükût ile mukābele etse, kabul etmiş gibi olur.
Mesela, bir adam bir toplulukta herkesin kendisini rahat işitebildiği bir halde iken bir hadiseyi anlatsa; toplulukta bulunanlardan hiç kimse ona itiraz etmeyip aksine sükût ederek karşılık verseler, o kişinin anlattığı hadiseyi kabul etmiş olurlar.
Hususan haber verdiği hâdisede cemâat onunla alâkadâr olsa, hem tenkîde müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemâat olsa, elbette onun sükûtu, o hâdisenin vukūuna kuvvetli delâlet eder.
Özellikle de o kişinin verdiği haber, o toplulukta bulunan herkesi doğrudan ilgilendiriyor olsa, üstelik o topluluk doğru görmediğini tenkit etmeye çok meyilli, hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin gören bir topluluk olsalar. Elbette o topluluğun hepsini ilgilendiren en hassas bir konuda anlatılan ve o topluluğun da itiraz etmeyip kabul göstermesi anlatılan o hadisenin gerçekleştiğine kuvvetli bir delil olur.
İkinci kısım tevâtür-ü ma‘nevî şudur ki: Bir hâdisenin vukūuna, meselâ, “Bir kıyye taâm iki yüz adamı tok etmiş” denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı sûrette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir sûrette, diğeri başka bir şekilde beyân eder. Fakat umumen aynı hâdisenin vukūuna müttefiktirler.
İkinci kısım, manevî tevatürdür ve tanımı şudur: Mesela, “bir kıyye[13] yemek iki yüz kişiyi doyurmuş” denilse, fakat bu olayı haber verenler ayrı ayrı şekillerde haber verseler. Biri bir çeşit, bir diğeri başka surette ve bir başkası daha başka şekilde ifade eder. Fakat haberi verenlerin tamamı aynı hadisenin gerçekleştiğinde fikir birliği içindedirler.
İşte mutlak hâdisenin vukūu, mütevâtir-i bilma‘nâdır, kat‘îdir. İhtilâf-ı sûret ise zarar vermez.
İşte farklı ibare ve ifadelerle anlatılan hadisenin gerçekleşmesi mana yönünden mütevatirdir, kesindir. Anlatılma şeklinin farklı olması hadisenin doğruluğuna zarar vermez.
Hem bazen olur ki, haber-i vâhid, bazı şerâit dâhilinde tevâtür gibi kat‘iyeti ifade eder.
Hem de bazen öyle olur ki, haber-i vahid[14] bazı özel şartlar altında tevatür kadar kesinlik ifade eder. (Tevatürün anlamı, nakledilen haberin yalan olma ihtimalinin olmaması, gerçekleşmesinin kesin olmasıdır.)
Hem bazen olur ki, haber-i vâhid, hâricî emârelerle kat‘iyeti ifade eder.
Hem de hadis âlimlerinin haber-i vahid diye isimlendirdikleri rivayet; hadis metnine isabet eden rivayetteki sıhhat şartlarından olan bazı emarelerle kesinlik ifade eder.
İşte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan bize nakil olunan mu‘cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı a‘zamı tevâtür iledir. Ya sarîhî, ya ma‘nevî, ya sükûtî.
Resul-i Ekrem (asm)’dan bize kadar ulaştırılan mucizeleri ve peygamberlik delillerinin büyük kısmı tevatür derecesindedir. Ya sarih tevatür[15] veya manevî tevatür[16] veya sükûtî tevatür[17] derecesindedir.
Ve bir kısmı çendân haber-i vâhid iledir. Fakat öyle şerâit dâhilinde, nekkād-ı muhaddisîn nazarında kabule şâyân olduktan sonra, tevâtür gibi kat‘iyeti ifade etmek lâzım gelir.
Gerçi bir kısmı haber-i vahid ile nakledilmiştir. Fakat öyle keskin şartlar altında ve ziyadesiyle tenkitçi olan hadis âlimlerinin nezdinde kabul gördükten sonra, kesinliğini tevatür derecesinde kabul ve ifade etmek gerekir.
Evet, muhaddisînin muhakkikîninden ‘el-Hâfız’ ta‘bîr ettikleri zâtlar, lâakal yüz bin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler,
Muhaddisîn: Hadis ilmiyle meşgul olan, hayatının merkezine hadis ilmini koymuş olanlar demektir.
Muhakkikîn: Hadis âlimlerinin hakikati olduğu gibi ortaya çıkarma ve anlama noktasında en derin ve titiz araştırmaları, çalışmaları yapanlarına denilir.
El’Hâfız: Hadis ilminde “en az yüz bin hadis metnini” rivayet zinciriyle beraber ezbere bilenlere verilen bir unvandır.
Hadis âlimlerinin muhakkik (en derin araştırmaları, en titiz çalışmaları yapanlarından) Hafız unvanını verdikleri kişiler, en az yüz bin hadisi hafızasına almış olan gerçekleri en ince ayrıntısına kadar araştıran binlerce hadisçiler,
hem elli sene sabah namazını ışâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler;
hem elli yıl boyunca sabah namazını yatsı abdestiyle kılacak kadar dindar ve Allah’tan korkan hadis âlimleri,
ve başta Buhârî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sâhibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashîh ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevâtür kat‘iyetinden geri kalmaz.
Ve başta imam Buhârî[18] ve İmam Müslim[19] olmak üzere (bütün İslam âleminde sıhhatleri kabul edilen) altı hadis kitabının[20] sahipleri olan hadis ilminin dâhilerinin, en büyük âlimlerinin sıhhatli bulup kabul ettikleri haber-i vahid ile nakledilen hadisler, kesin olarak gerçekleşmiş olma noktasında diğer tevatür derecelerinden geri kalmaz.
Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkādları
Evet, hadis biliminin derin araştırmacıları, tenkitçileri
O derece hadîs ile hususiyet peydâ etmişler ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tarz-ı ifâdesine ve üslûb-u âlîsine ve sûret-i ifâdesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu görse, “Mevzu‘dur” der.
Hadis-i şerifler ile o kadar meşgul olmuşlar, özelliklerini en ince ayrıntısına kadar öylesine öğrenmişler ki; Resûl-i Ekrem (asm)’ın ifade tarzına, yüce üslubuna ve ifade şekline tamamıyla alışıp meleke kazanmışlar. Öyle ki, yüz hadis metninin içinde bir mevzu[21] görseler; bu hadis değil, mevzudur derlerdi.
“Bu hadîs olmaz. Ve Peygamber’in (asm) sözü değildir” der, reddeder. Sarrâf gibi hadîsin cevherini tanır. Başka sözü ona iltibâs edemez.
Bu söz hadis olamaz. Bu söz Hz. Peygamberin sözü değildir der ve reddederlerdi. Sarrafın altını sahtesinden ayırması gibi hadis-i şeriflerin cevherini tanırlar ve başka sözleri Peygamber Efendimizin (asm) sözleriyle karıştırmazlardı.
Önemli not: Risale-i Nur’un kendine has bir üslubu vardır. Üç-beş sene Risale-i Nur ile ciddi meşgul olan onun ifade üslubuna, cümle yapısına tamamen alışır. Risale-i Nur’dan olmayan bir sözü Risale-i Nur’dan bir cümleymiş gibi aktarmaya kalkışan birine hemen karşı çıkar ve bu söz Risale-i Nur’un üslubuna uymuyor diye itiraz ederiz. Hele de 15-20 yıl ve üzeri bir zaman diliminde risalelerle meşgul olanların yanında böyle bir iddia hiç yapılamaz. Yapılsa da duvara toslar. Buradan hareketle rahatlıkla diyebiliriz ki, hadis âlimleri hayatları boyunca sırf Efendimizin hadisleriyle meşgul oldukları için onun yüce üslubuna öylesine alışırlardı ki; yüz hadisin içinde bir tane mevzu olsa hemen fark ederlerdi.
Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkîdde ifrât edip, bazı ehâdîs-i sahîhaya da mevzu‘ demişler.
Yalnız İbn-i Cevzî[22] gibi bazı araştırmacılar, tenkitte biraz ileri gidip, bazı sahih hadislere de mevzu (hadis değil) demişler.
Fakat her mevzu‘ şeyin ma‘nâsı yanlıştır, demek değildir. Belki bu söz hadîs değildir, demektir.
Fakat her mevzu sözün manası yanlıştır denilemez. Belki bu söz hadis değil demektir.
Suâl: “An‘aneli senedin fâidesi nedir ki, lüzûmsuz yerde, ma‘lûm bir vâkıada an fülân, an fülân, an fülân derler?”
Soru: An’aneli senedin (falan falandan, o da falandan şeklindeki rivayet zincirinin) faydası nedir? Hadis rivayet eden kişiler neden gereksiz yere, herkesçe bilinen bir hadiseyi naklederken “an fulan, an fulan (falan falandan o da falan kişiden)” derler?
Elcevab: Fâideleri çoktur. Ezcümle bir fâidesi şudur ki: An‘ane ile gösteriliyor ki, an‘anede dâhil olan mevsûk ve huccet ve sâdık ehl-i hadîsin bir nevi‘ icmâını irâe eder.
Cevaben; bu şekilde isim isim rivayet zinciriyle hadis nakletmenin faydaları çoktur. Bu faydalardan birkaçı şunlardır. An’ane (falan filandan ve o da falan kişiden demek) ile herkese ilan edilip gösteriliyor ki, an’anede (falan filandan ve o da falan kişiden şeklindeki zincirde) adı dahil olan mevsûk[23] ve hüccet[24] ve sadık[25] hadis ehlinin bir çeşit söz birliğini gösterir.
Ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkîkin bir nevi‘ ittifâkını gösterir.
Ve o hadisin rivayet senedinde adı dahil olan hakikat ehlinin aralarında (bu rivâyet zincirinde nakledilen hadis hakkında) ittifak ettiklerini gösterir.
Güya o senedde, o an‘anede dâhil olan her bir imam, her bir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor. Sıhhatine dâir mührünü basıyor.
Güya o rivayet senedinde, o an’ane zincirinde adı bulunan her bir hadis imamı, her bir yüksek âlim, o hadisin kesin olarak hadis olduğuna dair hükmünün altına imza atıyor. Hadisin sıhhatine dair kendi mührünü basıyor.
Suâl: “Neden hâdisât-ı i‘câziye, sâir zarûrî ahkâm-ı şer‘iye gibi tevâtür sûretinde, pek çok tarîkler ile, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?”
Soru: Mucizelerle ilgili hadiseler, neden İslam’ın diğer zarurî hükümleri gibi tevatür derecesinde ve pek çok ayrı rivayet yollarıyla ve önem verilerek nakledilmemiş?
Elcevab: Çünkü ekser ahkâm-ı şer‘iyeye ekser nâs, ekser evkātta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var.
Cevaben: Çünkü şeriatın hükümlerinin çoğuna birçok insan, birçok vakitte ihtiyacı vardır. Özellikle farz-ı ayn[26] derecesindeki hükümlerin her insanla doğrudan alakası var.
Ama mu‘cizât ise, herkesin her bir mu‘cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir def‘a işitmek kâfî gelir. Âdetâ farz-ı kifâye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter.
Fakat mucizelere gelince, herkesin her bir mucizeye ihtiyacı yoktur. Şayet ihtiyaç olsa da bir defa işitmesi ona yeterli olur. Farz-ı Kifâye[27] gibi bir kısım insanlar o mucizeleri bilseler yeterli olur.
İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mu‘cizenin vücûdu ve tahakkuku, bir hükmün vücûdundan on derece kat‘î olduğu halde, onun râvîsi bir-iki olur. Hükmün râvîsi on-yirmi olur.
İşte bu sebepledir ki, bazen olur, bir mucizenin varlığı ve gerçekleşmiş olması, fıkıhtaki bir hükmün varlığından on derece daha kesin olduğu halde, o mucizenin rivayet edeni bir iki olur. Fıkhî hükmün rivayet edeni on- yirmi olur.
Dördüncü Esas: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın istikbâlden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î birer hâdise değil, belki tekerrür eder birer hâdise-i külliyeyi cüz’î bir sûrette haber verir.
Dördüncü esas: Resul-i Ekrem (asm)’ın gelecekten haber verdiği bazı hadiseler, küçük birer hadise değildir. Belki tarih boyu tekrar edecek olan büyük hadiseleri küçük bir numûne şeklinde haber verir.
Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her def‘a bir vechini beyân eder.
Halbuki haber verilen hadiselerin birçok farklı yönleri vardır. Peygamber Efendimiz (asm) her defasında bir yönünü açıklar.
Sonra râvî-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vâki‘ gibi görünür.
Sonraki asırlarda hadis rivayet eden imamlar özellikle imam Buhârî’den sonra bâb usulüne geçtikleri için aynı konudaki hadisleri bir araya getirir. Bab usulünde aynı konudaki hadisler bir bâbda toplanır. Aynı konunun farklı yönlerine işaret eden hadislerin tamamı bir başlık altında toplanınca o hadislerde verilen haber gerçekleşemez zannedilir.
Meselâ, Hazret-i Mehdî’ye dâir muhtelif rivâyetler var. Tafsîlât ve tasvîrât başka başkadır.
Mesela, Hz. Mehdi meselesine dair çok çeşitli rivayetler var. Bu hadislerdeki Hz. Mehdi'nin tasvir edilişi ve verilen ayrıntılar her defasında başka başkadır.
Halbuki Yirmi Dördüncü Söz’ün bir dalında isbat edildiği gibi,
Halbuki 24. Söz adındaki risalenin bir dalında[28] ispat edildiği gibi
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahye istinâden her bir asırda kuvve-i ma‘neviye-i ehl-i îmânı muhâfaza etmek için,
Resul-i Ekrem (asm) vahye dayanarak, vahiyden güç alarak; ümmetinin kendisinden sonra gelecek her asırda ehl-i imanın maneviyatına kuvvet vermek ve imanlarını korumak için,
hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için,
hem insanı dehşete düşüren hadiselerde ümmeti ümitsizliğe düşmemek için,
hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nûrâniyesi olan Âl-i Beyt’ine ehl-i îmânı ma‘nevî rabt etmek için Mehdî’yi haber vermiş.
Peygamber Efendimizin Âl-i beyti[29] İslamiyet’in en nuranî ve muazzam silsilesidir. İşte Peygamber Efendimiz (asm) ümmetini bu nuranî silsileye manevi olarak birleştirmek, etrafında toplamak için Hz. Mehdi’yi haber vermiş.
Âhir zamanda gelen Mehdî gibi, her bir asır Âl-i Beyt’den bir nevi‘ Mehdî, belki Mehdîler bulmuş.
Ahir zamanda gelen veya gelecek olan büyük mehdi gibi, Âl-i Beyt’in fertlerinden olan mehdileri her asırda göndermiş.
Hatta Âl-i Beyt’den ma‘dûd olan Abbâsiye hulefâsından büyük Mehdî’nin çok evsâfına câmi‘ bir Mehdî bulmuş.
Hatta Âl-i Beyt’ten olarak bilinen ve Abbasi devletinin halifelerinden olan büyük mehdinin birçok vasıflarını şahsında toplayan bir mehdi çıkmış.
İşte büyük Mehdî’den evvel gelen emsâlleri, numûneleri olan hulefâ-yı mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsâfları, asıl Mehdî’nin evsâfına karışmış. Ve ondan rivâyetler ihtilâfa düşmüş.
İşte ahir zamanda gelecek olan büyük mehdiden önce gelen benzerleri ve numuneleri olan mehdi olan halifelerin ve aynı zamanda mehdi olan manevi kutupların[30] vasıfları, gelmesi beklenen asıl mehdinin vasıflarıyla birbirine karışmış. Bu sebeple bu konudaki rivayetler birbirine karışmış.
Beşinci Esas: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenâb-ı Hakk ona bildirirdi, o da bildirirdi.
Beşinci Esas: “Gaybı Allah’tan başkası bilmez”[31] ayetinin bildirdiğine göre Resul-i Ekrem (asm) da olsa gaybı kendi kendine bilemezdi. Belki Cenâb-ı Hak Ona bildirir ve O da ümmetine bildirirdi.
Cenâb-ı Hakk hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çoğunun setrini iktizâ ediyor. Mübhem kalmasını istiyor.
Cenâb-ı Hakk’ın bütün işleri hikmetlidir. Ve çok merhametlidir. Allah’ın hikmeti ve merhameti ise gaybî işlerden çoğunun kapalı kalmasını gerektiriyor. Üstü kapalı kalmasını istiyor.
Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukūundan evvel onları bilmek elîmdir.
Çünkü şu dünya hayatında insanın hoşuna gitmeyen şeyler hoşuna giden şeylerden daha çoktur. Gerçekleşmeden önce o hadiseleri bilmek insana elem verir.
İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel mübhem bırakılmış. Ve insanın başına gelecek musibetler de perde-i gaybda kalmış.
İşte bu sırdan dolayı insanın nasıl ve ne zaman öleceği saklı tutulmuş. Ve insanın başına gelecek olan musibetler de insana bildirilmeyip gayb perdesi arkasında bırakılmış.
İşte hikmet-i Rabbâniye ve rahmet-i İlâhiye böyle iktizâ ettiği için, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı ziyâde hassâs merhametini ziyâde rencide etmemek ve âl ve ashâbına karşı şedîd şefkatini fazla incitmemek için,
İşte Rabbimizin hikmeti ve ilahi şefkati böyle gerektirdiği için, Resul-i Ekrem (asm)’ın ümmetine karşı son derece hassas olan merhametini fazla rencide etmemek, âl ve ashabına karşı beslediği şiddetli şefkatini fazla incitmemek için,
vefât-ı Nebevîden sonra âl ve ashâbının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdisâtı umumiyetle ve tafsîlatıyla göstermemek, (Hâşiye) muktezâ-yı hikmet ve rahmettir.
Peygamber Efendimizin vefatından sonra ailesinin, sahabelerinin ve ümmetinin başlarına gelecek olan dehşetli hadiseleri Peygamber Efendimize bütünüyle ve ayrıntılı olarak göstermemek, bildirmemek, Allah’ın rahmet ve hikmetinin gereğidir.
Hâşiye: Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’a, Âişe-i Sıddîka’ya karşı ziyâde muhabbet ve şefkatini rencide etmemek için, Vak‘a-i Cemel hâdisesinde o bulunacağı kat‘î gösterilmediğine delil ise, Ezvâc-ı Tâhirât’a ferman etmiş ki: “Keşke bilse idim, hanginiz o vak‘ada bulunacak. Fakat sonra hafif bir sûrette bildirilmiş ki, Hazret-i Alî’ye (ra) ferman etmiş: “Senin ile Âişe beyninde bir hâdise olsa فَارْفَقْ وَبَلِّغْهَا مَاْمَنَهَا”
Haşiye: dipnot; Peygamber Efendimiz (asm)’ın Hz. Ayşe’ye ziyade sevgi besliyordu. En çok kimi sevdiği sorulduğunda Aişeyi diye cevap veriyordu. İşte bu sevgisini kırmamak için Cemel vakasında onun bulunacağı kesin olarak gösterilmedi. Buna delil ise Peygamber Efendimiz (asm) tertemiz hanımlarına hitaben buyurmuş ki; “Keşke hanginizin o vakada bulunacağını bilseydim” demiş. Fakat daha sonraları hafif bir şekilde bildirilmiş olmalı ki, Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyurmuş: “Seninle Aişe arasında bir hadise olacak olsa; “Şefkatli ol ve onu emin olacağı yere kadar ulaştır.” (Kenzü’l Ummal, c.11, s.196)
Fakat yine bazı hikmetler için, mühim hâdisâtı, -fakat dehşetli bir sûrette değil- ona ta‘lîm etmiş, o da ihbâr etmiş.
Fakat yine bazı hikmetler için, önemli hadiseleri, -fakat insana dehşet verecek bir şekilde değil- Peygamber Efendimize öğretmiş. O da ümmetine haber vermiş.
Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsîl ile bildirmiş. O da haber vermiş.
Hem güzel hadiselerin bir kısmını özet, bir kısmını da ayrıntıyla bildirmiş. O da ümmetine haber vermiş.
Onun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvâda ve adilde ve sıdkta çalışan
Peygamber Efendimizin vermiş olduğu haberleri de takvanın en yüksek derecesinde, adalet ve doğrulukla çalışan,
ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّاْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsindeki tehdîdden şiddetle korkan
Ve “Bilerek benim yerimde yalan söyleyen ateşteki yerini hazırlasın”[33] hadisindeki tehditten şiddetle korkan
ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَي اللّٰهِ âyetindeki şiddetli tehdîdden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahîh bir sûrette o haberleri nakletmişler.
Ve "Artık Allah hakkında yalan söyleyenden ve kendisine geldiği zaman doğruyu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?”[34] âyetindeki şiddetli tehditten şiddetle kaçan son derece kemâlât ve manevi olgunluk sahibi olan hadis âlimleri, bu hadisleri sıhhatli ve dosdoğru bir şekilde bize kadar nakletmişler.
Altıncı Esas: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahvâl ve evsâfı, siyer ve tarih sûretiyle beyân edilmiş. Fakat o evsâf ve ahvâl-i gālibi beşeriyetine bakar.
Altıncı Esas: Resul-i Ekrem (asm)’ın halleri ve vasıfları, siyer[35] ve tarih ilimlerinde açıklanmış. Fakat bu anlatılan vasıfların ve hallerinin çoğunluğu Peygamberimizin beşer yönüne bakar.
Halbuki, o Zât-ı Mübârek’in şahs-ı ma‘nevîsi ve mâhiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nûrânîdir ki, siyer ve tarihte beyân olunan evsâf, o bâlâ kāmete uygun gelmiyor. O yüksek kıymete muvâfık düşmüyor.
Halbuki, o mübarek zâtın manevi şahsiyeti ve kutsî mahiyeti o derece yüksek ve nuranidir ki, siyer ilmiyle ve tarihi bir kişilik olarak tarih kitaplarında beyan edilen vasıflar, o çok yüksek kamete uygun gelmiyor. Peygamberimiz (asm)’ın o çok yüksek manevi kıymetine uygun düşmüyor.
Çünkü اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca her gün, hatta şimdi de bütün ümmetinin ibâdetleri kadar bir azîm ibâdet, sahîfe-i kemâlâtına ilâve oluyor.
Çünkü “sebep olan yapan gibidir”[36] sözünün sırrınca her gün hatta şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar büyük ibadetler, onun amel defterine ekleniyor.
Nihâyetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihâyetsiz bir sûrette, nihâyetsiz bir isti‘dâd ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duâsına mazhar oluyor.
Allah’ın sonsuz rahmetine sonsuz bir şekilde, sonsuz bir kabiliyet ile mazhar olduğu gibi her gün sayısız ümmetinin sınırsız dualarına mazhar oluyor.
Ve şu kâinâtın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinât’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübârek’in tamâm-ı mâhiyeti ve hakîkat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahvâl ve etvâra sığışmaz.
Şu varlıkların var edilmesinin bir sonucu ve en mükemmel meyvesi olan, kâinatın yaratıcısının emir ve yasaklarını getiren elçisi ve en sevgili kulu olan o mübarek zâtın manevi mahiyetinin tamamını ve kemâlâtının hakikatini siyer ve tarih ilmiyle ortaya konulan insanî hallerinden ibaret tavırlarına sığışmaz.
Meselâ, Hazret-i Cebrâîl ve Mîkâîl iki muhâfız yâver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zât-ı Mübârek, çarşı içinde bedevî bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, birtek şâhid olan Huzeyme’yi şâhid göstermekle (1) görünen etvâr içinde sığışmaz.
Mesela, bedir savaşında Hz. Cebrail ve Hz. Mikail iki muhafız koruyucu ve yardımcı hükmünde yanında bulunan o çok mübarek bir zâtı, çarşı içinde bedevî (çöllerde hayat geçiren) bir Arap ile at alışverişinde pazarlık için çekişmesinde; olaya şahitlik yapan tek kişi olan Huzeyme[37] adlı sahabesini kendine şahit göstermekle üzerinde görünen tavırların içinde sığışmaz.
İşte yanlış gitmemek için, her vakit mâhiyet-i beşeriyeti i‘tibâriyle işitilen evsâf-ı âdiye içinde başını kaldırıp hakîkî mâhiyetine ve mertebe-i risâlette durmuş nûrânî şahsiyet-i ma‘neviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şübheye düşer.
İşte Peygamber Efendimiz (asm) hakkında yanlış gitmemek için, bir beşer olarak üzerinde görünen günlük hayattaki vasıflarına bakarken bir yandan da başını kaldırıp Peygamber Efendimizin manevî ve gerçek kişiliğine peygamberlik mertebesindeki nuranî manevî şahsiyetine bakmak gerekir. Aksi halde kişi ya peygamberimize hürmetsizlik eder veya Peygamberliği konusunda şüpheye düşer.
Şu sırrı îzâh için şu temsîli dinle:
Şu sırrı açıklamak için şu misali dinle:
Meselâ, bir hurmâ çekirdeği var. O hurmâ çekirdeği toprak altına konup açılarak, koca meyvedâr bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü‘ eder, büyür.
Mesela, elimizde bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konulup filiz verdi. Ardından büyüyüp kocaman meyveli bir ağaç oldu. Üstelik gittikçe büyür ve daha da genişler.
Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya harâret verildi. Bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu.
Veya elimizde tavus kuşunun bir yumurtası var. O yumurta kuluçkaya yatırılıp uygun derecede sıcaklığa maruz bırakıldı. O yumurtadan bir tavus civcivi çıktı. Ardından civciv büyüdükçe mükemmel, her yanı kudret kalemi tarafından yazılmış ve yaldızlanıp parlatılmış bir tavus kuşuna dönüştü.
Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya âit sıfatlar, hâller var. İçinde incecik maddeler var.
Hem gün geçtikçe bu tavus kuşu daha da büyür ve güzelleşir. Şimdi o hurma çekirdeğinde veya o yumurtada görünen sıfatlar, haller vardır. İçlerinde incecik maddeler bulunur.
Hem ondan hâsıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdî küçük keyfiyet ve vaz‘iyetlerine nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var.
Hem o çekirdek ve yumurtanın sıradan sıfatlarına ve üzerlerinde görünen küçük vaziyetlerine karşılık o tohumdan meydana gelen ağacın veya o yumurtadan meydana gelen kuşun üzerinde büyük ve yüce sıfatları vardır. Keyfiyeti yani niteliği çok yüksektir.
Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla rabt edip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın. Ve yumurtadan kuşa gözünü tevcîh edip dikkat etsin. Tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin.
Şimdi, o çekirdeğin veya o yumurtanın vasıflarını (onların en gelişmiş hali olan) ağaç ve kuşun vasıflarıyla birleştirip bahsedileceği zaman dikkat etmek gerekir ki; insanın aklı her an başını çekirdekten kaldırıp ağaca baksın. Ve gözlerini yumurtadan kuşa yöneltip dikkat etsin. Ta ki, onlar (çekirdek ve yumurta) hakkında işittiği vasıfları onun aklı kabul edebilsin.
Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurmâ aldım.” Ve “Şu yumurta cevv-i âsumânda kuşların sultanıdır” dense, tekzîb ve inkâra sapacak.
Aksi halde, “bir parça çekirdekten tonlarca hurma aldım veya şu yumurta gökyüzündeki kuşların sultanıdır” denilse yalanlamaya veya inkâr edilmeye sebep olacaktır.
İşte bunun gibi Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşeriyeti, o çekirdek ve o yumurtaya benzer.
İşte tıpkı bu misaldeki gibi Resul-i Ekrem (asm)’ın beşeriyet yönü o ağacın çekirdeğine veya o kuşun yumurta haline benzer.
Ve vazîfe-i risâletle parlayan mâhiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve cennetin tayr-ı hümâyûnu gibidir. Hem dâimâ tekemmüldedir.
Efendimizin risâlet yani elçilik vazifesinde parlayan nurani mahiyeti (kimliği), tıpkı tuba ağacı gibi veya cennetin tayr-ı hümayunu[38] (cennete mahsus saltanat kuşu) gibi pek geniş, pek yüksek ve rengârenktir. Hem de devamlı olarak genişlemekte, büyümekte ve parlaklığı artmaktadır.
Onun için çarşı içinde bir bedevî ile nizâ‘ eden o Zât'ı düşündüğü vakit, Refref’e binip, Cebrâîl’i arkada bırakıp, Kāb-ı Kavseyn’e koşup giden Zât-ı Nûrâniyesine hayâl gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir.
Bütün bu sebeplerle Peygamber Efendimiz (asm) düşünülüp onun hakkında değerlendirme yapılırken; çarşı içinde bir bedevî ile at alışverişi sebebiyle çekişme yaşayan bir insanı düşündüğü vakit bir taraftan da Refref adındaki bineğe binen ve Hz. Cebrail’i de geçip ve Kab-ı Kavseyn’e[39] kadar giden nuranî yönüne de hayal gözüyle bakması gerekir.
Yoksa, ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.[40]
Aksi halde ya hürmetsizliğe sapacak veya daima kötülüğü isteyen insan nefsi bu büyük hakikate inanmayacak.
[1] Geçmişten geleceğe, her ne olmuş ve olacaksa en doğru ve eksiksiz olarak bilen Allah.
[2] Gayb, beş duyu organıyla hissedilemeyen ama var olduğu bilinen âlemlere denilir.
[3] Bu esaslar, hadis ilmine ve Resul-i Ekrem (asm)’a dosdoğru bir bakış açısı kazandırır.
[4] Vahiy, Allah’ın insanlar arasından seçip peygamberlik verdiği kullarına “bir emri, bir hükmü veya bilgiyi gizli olarak” bildirmesidir.
[5] Sarih Vahiy: Peygamber Efendimiz (asm)’a gelen ve kesinliği tartışmasız olan açık ilahî kelamdır. Bunda Resûl-i Ekrem (asm) sadece tercümandır, Allah'tan ne gelmişse olduğu gibi bildirmiştir.
[6] Zımnî Vahiy: manası vahiy olarak indirilen, ifadeleri, ibareleri ve cümle dizilimi Peygamber Efendimize (asm) ait olan vahiydir.
[7] Feraset; kelimenin aslı firasettir. Keskin kavrayış, anlayış, hadiseleri sezme ve hızlıca anlama kabiliyeti demektir.
[8] Belâgat, bir fikrin sözlü veya yazılı olarak; yerinde, zamanında ve yeterince ifade edilmesine denilir.
[10] Tevatür, bir haberin, üzerinde yalan konusunda uzlaşmayacakları kesin olan fazla sayıda kişi tarafından rivayet edilmesidir.
[11] Sarih tevatür: Verilen bir haberin hem lafız hem de mana olarak doğruluğunda şüphe olmama hali
[12] Manevî tevatür: Bir haberin farklı ifade ve ibarelerle verilmiş olsa bile gerçekleştiğinde şüphe olmama hali
[13] Kıyye, okka demektir. Osmanlı'da kullanılan, 1282 gram ve 400 dirheme eşit, eski bir ağırlık ölçü birimidir.
[14] Haber-i Vahid; Genellikle üç veya daha az rivayet senediyle gelen haberlere denilmektedir. İsnad bakımından mütevâtir haber kadar ravi sayısına ulaşamaz.
[15] Sarih tevatür: Verilen bir haberin hem lafız hem de mana olarak doğruluğunda şüphe olmama hali
[16] Manevî tevatür: Bir haberin farklı ifade ve ibarelerle verilmiş olsa bile gerçekleştiğinde şüphe olmama hali
[17] Sükûtî tevatür: Aynı hadiseye şahit olan bir toplulukta o hadise haber verildiği zaman itiraz edilmeyip susarak kabul gösterilmesi
[18] İmam Buhârî; Muhammed Bin İsmail: Buhara’da doğmuş ve hicri 194 ila 256 yılları arasında yaşamıştır. 10 yaşında hadis dinlemeye başlamış ve henüz çocuk denecek çağda 70 bin hadisi ezberlemiştir. Hadis rivayetine başladığı zaman henüz yüzünde tüy çıkmamıştı. 1080 âlimden hadis dinledi. 600 bin hadisten derlediği ve kendi ismiyle meşhur olan El’Camiü’s Sahih’i 16 yılda derledi. Bu kitabı halen İslam âleminde “Kur’ân’dan sonra en sahih kitap” olarak kabul edilir.
[19] İmam Müslim; Müslim Bin Haccac: Hicri 204 ila 261 yılları arasında yaşadı. Başta Buhârî olmak üzere pek çok âlimden hadis dinledi. Pek çok beldelere hadis talebi için seyahatler yaptı. Hadis alanında birçok eser vermiş olmasına karşın en meşhur kitabı kendi adıyla da anılan Sahih’tir. Bu eseri 300 bin hadisin içinden seçerek derlemiştir.
[20] Kütüb-i Sitte: Altı Hadis Kitabı; İslam âleminde sıhhati kesin ve makbuliyeti en üst derecede olan hadis kitaplarıdır. Bunlar Sahih-i Buhârî, Sahih-i Müslim, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Ebû Davud, Sünen-i İbn-i Mâce ve Sünen-i Neseî’dir.
[21] Mevzu; “Hz. Peygambere ait olmayan sözlerin Onun ağzından uydurulması demektir.” Hadis değildir.
[22] İbn-i Cevzî, Miladî 1116 yılında Bağdat’ta doğdu. Seksenden fazla âlimden ilim tahsil etti. 1158 yılında çıktığı hac yolculuğu hariç Bağdat’tan pek ayrılmadı. Hanbelî mezhebine bağlı idi. Fıkıh hükümlerinin kaynaklarını araştırıp delile göre hareket etmeyi esas tutmuştur. Vaazları gayr-i müslimleri bile etkilemişti. 1201 tarihinde vefat etti. Hadis âlimlerinin müteşeddid (şiddetli) sayılan sınıfındandır.
[23] Mevsûk, Adalet ve zapt sıfatlarına haiz olan, güvenilir, delile dayanarak iş yapan hadis âlimlerine denilir.
[24] Hüccet, bir ravinin rivayetinin delil sayılacak derecede güvenilir olması demektir.
[25] Sadık, hadis rivayetinde bulunan kişinin doğru sözlülüğünde şüphe olmama haline denilir.
[26] İslam’da akıl ve baliğ olan herkese şahsen farz olan hükümlere farz-ı ayn denilir.
[27] Farz-ı Kifaye; esasen âkil ve bâliğ olan herkesin sorumlu olduğu fakat bir toplumda yaşayan bazı kişilerin yapmasıyla diğer insanların sorumluluktan kurtulduğu farzlara denilir.
[28] 24. Söz adındaki risale beş daldan oluşur. Üçüncü dalında burada bahsedilen mevzuun izahı vardır.
[29] Ev halkı demektir. Peygamber Efendimizin (asm) aile fertlerini ve neslinden devam eden nuranî silsileyi kasteder.
[30] Aktâb, maneviyatın kutup yıldızları, yol göstericileri, ümmetin bir kısmını ders dairesine alıp irşad eden, terakki ettiren hakikat ehli zatlar.
[31] En’Neml, 27/65
[33]Buhârî, c.1, s.52; Müslim, c.1, s.10
[34] Ez’Zümer, 39/32
[35] Peygamber Efendimiz (asm)’ın hayatını inceleyen bilim dalına siyer denilir.
[36] Arabî ibaredir.
[37] Huzeyme Bin Sabit. İlk Müslümanlardandır. Sevgili Peygamberimiz (asm) bedevi bir Arap’tan at satın aldı. Parasını evde ödemek üzere sözleşti. Kendisi hızlı adımlarla önden ve bedevi ise geriden geliyordu. Bu sırada ata başka müşteriler çıktı. Adam satışı inkâr etmek istedi. Efendimiz (asm) satın aldığını tekrarla söyleyince adam şahit istedi. O sırada buradan geçmekte olan Huzeyme “ben şahidim” dedi. Efendimiz (asm), “sen olayı gördün mü ki şahit oluyorsun” dedi. Huzeyme (ra) “biz seni vahiy gibi daha önemli bir konuda tasdik ediyoruz” diyerek şahitlik etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) ona “şahitliği iki şahit yerine geçen kimse” anlamında “züşşehâdeteyn” unvanını verdi.
[38] Hümayun, padişaha mahsus olan, ait olan demektir. Herhangi bir şeyi doğrudan padişaha mâl etmeye sebep olur. Hatt-ı Hümayun; padişahın el yazısı. İrade-i hümayun; padişahın iradesi…
[39] Kab-ı Kavseyn, Peygamber Efendimiz (asm)’ın miraçta çıktığı makamlardan biridir. Kelime anlamı iki yay arası demektir.
[40] Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 229-34