Sözlükte “bir topluluk karşısında yapılan etkileyici konuşma” anlamına gelen hutbe, dinî literatürde başta Cuma ve Bayram namazları olmak üzere belirli ibadetlerin icrası esnasında irad edilen, genelde vaaz ve nasihati içeren konuşmayı ifade eder.[1]
Hz. Peygamber (sav), ilk Cuma namazını hicret esnasında Medine’ye yaklaşık bir saatlik mesafede bulunan Rânûnâ vadisinde kıldırmıştır. Doğal olarak ilk hutbeyi de burada irad etmiştir. Bu andan itibaren Cuma namazı ve hutbe, Müslümanların haftalık toplanma ve görüşme vakti ve vesilesi hâline gelmiştir. Rasûlüllah (s.a.s)'in ilk hutbesi şöyledir:
"Hamd ü senadan sonra: Ey insanlar! Kendiniz için hazırlık yapın. Şüphesiz biliyorsunuz ki her biriniz ummadığınız bir anda ölecek, sürüsünü çobansız bırakacak, sonra da Rabbi, arada perdeci ve tercüman olmaksızın ona şöyle diyecektir: “Sana Resûlüm gelip dini tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı? Sen kendin için buraya ne hazırladın?" Kul, sağına soluna bakar, hiçbir şey göremez. Sonra önüne bakar, cehennemi görür. Kim yarım hurma ile de olsa bu ateşten kendini koruma gücüne sahipse hayır işlesin. Bunu da bulamayan güzel söz söylesin. Çünkü bu sebeple bir hayır ondan yedi yüze kadar katlanarak mükafatlandırılır. Allah'ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun."[2]
Hulefâ-i Râşidin döneminden itibaren hilafet merkezinde hutbe bizzat halife tarafından irad edilmiş, namazı da halifeler bizzat kıldırmıştır. Vilâyetlerde ise bu görevi halifenin atadığı valiler yerine getirmiştir. Ancak Abbasiler döneminde İslam topraklarının genişlemesi ve resmi meşguliyetlerin artması, halifelerin Cuma namazını bizzat kıldırma geleneğini terk etmelerine neden olmuştur. Bundan sonra hutbe ve namaz için görevliler tayin edilmeye başlamıştır.
Osmanlı döneminde de devlet sınırlarının tamamında hutbeler Arapça okunmuştur. Ancak, okunan bu hutbelerin halk tarafından anlaşılabilmesi amacıyla kürsü şeyhliği adında bir müessese teşkil edilmiştir. İlk olarak Eyüp Camii’ne tayin edilen kürsü şeyhleri daha sonra İstanbul’daki diğer bazı camilere, vilâyet ve sancak merkezlerine atanmışlardır. Cuma vaizi de denilen ve ismi 1626-27’de selâtin şeyhliği diye değiştirilen kürsü şeyhlerinin en önemli görevi, Cuma namazı sırasında hatip tarafından Arapça okunan hutbeyi namazdan sonraki vaazlarda cemaate izah etmek olmuştur. [3]
Cuma hutbesinin rüknü, İmamı Azam'a göre, Allah'ı zikirden ibarettir. Onun için hutbe niyeti ile yalnız: "Elhamdülillah" - "Sübhanallah" veya "Lailaheillallah" denilecek olsa, yeterli olur. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, hutbe denilecek derecede uzunca bir zikirden ibarettir. Bunun en az olan derecesi, Tahiyyat mikdarı Hamd ve Salavat ile Müslümanlara duadır.
Hutbenin vacibleri, hatibin taharet üzere bulunması, avret sayılan yerlerin örtülü olması ve hutbeyi ayakta okumasıdır. Hutbenin sünnetleri de hutbeyi iki kısma ayırmak ve bunlar arasında bir tesbih veya üç ayet okunacak kadar bir zaman oturmaktır. Bu bakımdan buna iki hutbe denir. Bu iki hutbeden her biri hamdi, kelime-i şehadeti, salât ve selâmı kapsamalı. Birinci hutbe, bir ayetin okunması ile insanlara öğüt vermeyi, ikinci hutbe de Müslümanlara duayı kapsamalıdır. Ayrıca imamın sesi, ikinci hutbede olan birinci hutbedekinden daha hafif olmalıdır. İşte bunlar hutbenin sünnetlerindendir.”[4]
Netice olarak Osmanlı dönemindeki uygulama da dikkate alındığında, Bediüzzaman Hazretlerinin kastettiği, şu an Arapça okunan kısımların o dönemde Türkçe olarak okunmak suretiyle hutbenin şartları arasında yer alan Allah’ı zikir, hamd ve senanın Türkçeye çevrilmek istenmesidir. Hutbeyi Arapça kısımlarıyla okumak. Kur’an’dan biraz okumak. Hz. Peygamber’e (a.s.m) salat-u selam getirmek, İslam’ın bir şeairi olduğu, bunun değiştirilmesi ise bu şeaire zarar vereceğini ve bu durumun uygun olmadığını ifade etmesidir.
Bu konuda detaylı izah için lütfen bakınız.
Türkçe Hutbe Okumak Caiz Midir?
[1] Mustafa BAKTIR ''Hutbe'' TDV İslam ansiklopedisi 1998 İstanbul, c.18, s.425.
[2] İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524
[3] https://www2.diyanet.gov.tr
[4] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1990, s, 166

