Kur’an, ilk peygamber Hz. Âdem’den (as) son peygamber Hz. Muhammed’e (sav) kadar pek çok peygamberin gelip geçtiğini ve her kavme Allah’ın peygamber gönderdiğini bize haber vermektedir.
Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik.1
And olsun ki, her ümmet içinde: “Allah'a kulluk edin ve tâğuttan (Allah'ın yerine tutacağınız herşeyden) kaçının!” diye (kendilerine nasîhat etmesi için) bir peygamber gönderdik..2
Bu ayetler tarihî süreç içerisinde Allah’ın insan topluluklarını Peygambersiz bırakmadığını gösterir. Ayrıca hadislerde 124 bin peygamberin gönderildiğini görmekteyiz.3 Bunlardan ancak 25 tanesi Kur’ân’da zikredilmiştir.
Fakat her peygamberden hemen sonra başka bir peygamberin de geldiği söylenemez. O Peygamber vefat etse bile getirdiği şeriatı ondan sonra devam etmiştir. Fakat o şeriat sonra insanlar tarafından değiştirilmiş ve tahrif edilmiştir. Bu tahrif döneminde de başka Peygamberler gönderilmiştir. O Peygamberler eski şeriatı ya yeniden ihya etmişler veya başka bir şeriat ile insanları uyarmış ve ikaz etmişlerdir. Yani her kavme ve topluluğa Peygamber gönderdik demekten kasıt o Peygamberin vefatından sonra insanları doğru yolda tutacak, ikaz edip uyaracak hükümler ve kanunlar varlığını devam ettirmiştir demektir.
Ehli fetret hakkında ise farklı görüşler olsa da genelde onların ehli necat oldukları yani cennet ehli olduklarına hüküm edilmiştir.
Bu konuda detaylı izah için lütfen bakınız;
Fetret Ehlinin Ahiretteki Durumu
Fetret ehlinin varlığının hikmetlerine değinecek olursak;
Öncelikle mülk Allah’ındır. Mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir. Mesela, zengin bir adamın iki fakirden birine 50 diğerine 100 altın vermesi adaletsizlik değildir. Çünkü o fakirlerin ondan bir hakları yoktur ki adaletsizlik olsun. Hakları ancak şükürdür. İsterse onları hiç yaratmayabilirdi de. Bu tarz durumlara "imkânât" denir. Yani her şeyin her şekilde olmasını mümkün görmek ve arzu etmek, “şöyle de olsaydı, böyle de olsaydı, niye böyle olmadı veya şöyle de olabilir miydi” gibi nihayetsiz sorular akla gelebilir. Bunların haddi ve sınırı da yoktur. Bunların hangisinin hangi şekilde meydana geleceğine de yalnızca Allah karar verir. Allah istediği kişiyi istediği zaman diliminde ve istediği yerde yaratır. Zaten bunu görmekteyiz. Hiç kimse nerede doğacağına karar veremez.
Bu yüzden tebliğ ulaşmayan insanlar da sonuçta cennete gidecektir. Tıpkı zihinsel rahatsızlığı olan veya çocukken ölen insanlar gibi. Biz niye bunlar çocukken öldü, niye bu zihinsel özürlüler var bunlar dini yaşamadan öldüler demeye benzer. Onların da toplum içinde ibret olma gibi vazifeleri var ve vazifelerinin sevabını da ahirette hiçbir hakları olmadığı halde fazlasıyla alacaklardır. Zaten hiçbir insan cenneti hak edemez. Ebedi cennet hayatı Allah’ın lütfu ve ihsanıdır.
Düşünün ki bir yönetmen bir filim çekerken filmin sahibi olarak istediği kişilere istediği rolleri ve görevleri verebilir. İstediği kişiye başrol istediği kişilere yardımcı rol veya istediği kişilere figüran görevi verebilir. Yönetmen ister ki herkese verilen görevi herkes güzelce yerine getirsin. Fakat bazıları yönetmenin verdiği metinleri tahrif ve görevleri reddederek isyan çıkarmışlardır. Diğerleri ise verilen görevleri elden geldiğince yapmışlar ve yapmaya çalışmışlardır.
İşte Cenâb-ı Hak da bu dünya hayatında kimini sağlam, kimini hikmetli (sakat ve özürlü) kimini zengin kimini de fakir olarak yaşatmıştır. Burada asıl olan herkes kendi yerinde ve konumunda Allah’ın kendisini var ettiğine şükretmelidir. Çünkü ebedi bir cennet hayatı vardır. Tebliğ ulaşmayan insanların da cennette ebedi olarak yaşayacak olmaları herkes gibi onlar için de büyük bir nimettir.
Bu durumda şöyle bir sual akla gelebilir: “Kendilerine tebliğ yapılan ve teklif imtihanından geçen de cennete gidiyor, kendisine tebliğ yapılmayan da cennete gidiyor? Aralarında hiçbir fark yokmuş gibi gözüküyor bu nasıl olur?”
Bu suale bir misal ile cevap vermek mümkündür: Bin tane çekirdeği bulunan bir zât hikmet ve maslahatın gereği olarak bunlardan beş yüzünü toprağa gömerek ekiyor. Neticede hepsi çürüyor. Kalanlardan 250 tanesini daha ekiyor. Bunlar çürümeden bağında hepsi birer ağaç oluyor. Şüphesiz bu adam geriye kalan 250 adedini de “bunlar ekilip ağaç olmadı” diyerek çürümüş olanlara yapılan muameleyi yapıp çöpe atmayacaktır. Belki bağında ağaç olup büyüyenlere sahip çıktığı gibi o çekirdeklere de sahip çıkacaktır.
İşte bu örnek gibi, Cenâb-ı Hak da hikmet ve maslahatın gereği olarak bu dünyada imtihan meydanını kurmuştur. İnsanları dünyaya göndererek o imtihana tabi’ tutuyor. Birçoğu bile bile küfür ve dalalete gidiyor. Bunlar o çürümüş çekirdekler gibi çöp tenekesi hükmündeki cehenneme atılarak ceza ve azaba maruz kalıyor. Bir kısmı da iman ve amel-i sâlih ile imtihanı kazanıp cennet saraylarında saadetle yaşıyor. Cenab-ı Hak, hikmet ve adaletinin muktezası olarak, ekilmeyen çekirdekler gibi imtihana tabi tutulmayan ehl-i fetreti de ehl-i küfür ve dalalete azab verdiği gibi cehenneme atıp onlara azap vermeyecektir. İman ve ibadetle cennet ve saadete mazhâr olanlara sahip çıktığı gibi elbette bu ehl-i fetrete sahip çıkması hikmetin muktezasıdır.
Yalnız şu var ki, iman ve ibadetle bütün hisleri ve duyguları gelişen mü’minlerin cennetten istifadeleri ve aldıkları mükâfatla, çekirdek gibi kalan ve az gelişen ehl-i fetretin istifadesi ve mükâfatı bir olmayacaktır.
Elbette ehl-i fetret bütün yaptıkları iyilikler ve başlarına gelen felaketlerden veya zulüm ve haksızlıklarıyla şeriat-ı fıtriye denilen fıtri kanunlara veya şefkat hissine muhalefetlerinden dolayı, hikmet ve adalet-i İlâhîyenin bir neticesi olarak cehennem azâbıyla değil, belki ahirette kendilerine münâsib bir mükâfat ve cezaları olacaktır.
Sonuç olarak; fetret ehlinin varlığı ilâhî hikmetin bir tecellisidir. Allah her şeyi yerli yerinde yaratır ve kimseye haksızlık etmez. Tebliğ ulaşmayan kimseler imtihanla sorumlu tutulmadıkları için, onların durumu imtihan edilenlerle aynı değildir. Onlar, Allah’ın rahmetiyle muamele görecek ve lütfuna mazhar olacaklardır. Ancak imanla olgunlaşan müminlerin cennetteki dereceleri elbette daha yüksek olacaktır. Bu fark, Allah’ın adaletine değil, kulların kabiliyet ve imtihan şartlarının farklı oluşuna dayanmaktadır.
Hud 11 / 10.
Nahl 16 / 36.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 266.

