Fetret kelimesi sözlükte, “bir şeyin şiddetini kaybedip gevşemesi ve zayıflaması” anlamındaki fütûr masdarından isim olup “zaaf, gevşeme, gücünü ve tesirini kaybetme” mânasına gelir. Fetret daha ziyade Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir.
Akâid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından mahrum kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâm dininin varlığından haberdar olmayan ve İslâmiyet’i kabul etmesi için herhangi bir davetle karşılaşmayan bir insanın akıbeti hakkında âlimler arasında çeşitli görüşler/tartışmalar meydana gelmiştir.
Peygamber davetinden yeterince haberdar oldukları halde iman etmeyenlerin sorumlu tutulacakları hususunda ittifak eden İslâm âlimleri fetret ehlini çeşitli gruplara ayırmışlardır. Bu grupları üç ana bölümde toplamak mümkündür.
1- Ağırlıklı görüşe göre, hiçbir peygamberin davetinden haberdar olmayan kimselerden Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasındaki dönemde yaşayan, akıl yürüterek veya geçmiş semavî dinlerin tesiriyle tevhide inananlar âhirette kurtuluşa erecek, tevhid akîdesinden saparak Allah’a ortak koşanlar sorumlu tutulacaklardır.
Metafizik düşüncelerden ve dinî inançlardan tamamen mahrum bulunan kimseler ise gerçek anlamda fetret ehlini teşkil ederler. Hz. Peygamber’in (sav) nübüvvetinden önce tevhid akîdesini benimseyen Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel, Kus b. Sâide gibi muvahhidler (Hanîfler) ilk kısma örnek oluşturur; puta tapan bütün Arap müşrikleri ise ikinci kısma girenleri temsil ederler.
İslâmiyet’in ortaya çıktığı tarihten sonra yaşamakla birlikte bu dinin varlığından haberdar olmayanlar da fetret ehlinden kabul edilir. Bu grubu, genellikle kültür ve medeniyetten uzak bazı coğrafî bölgelerde yaşayan ve bugün bile örneklerine rastlanan ilkel topluluklar oluşturur.
2- Hz. Peygamber’in anne ve babası İslâm öncesi dönemde yaşayan fetret ehline dahil bulunduğu halde onun birinci derecede yakını olduklarından âlimlerce müstakil olarak ele alınmışlardır.
3- Ergenlik çağına ulaşmadan ölen Müslüman ve kâfir çocukları da fetret ehli içinde mütalaa edilmiştir.
Tabi asıl yaygın olan ve tartışmalara, fikir ayrılıklarına sebep olan kısım birinci kısımdır. Yani kendisine tebliğ ulaşmayan veya yanlış tebliğ ulaşan kişinin durumudur. Bu konu üzerine âlimler tarafından ileri sürülen görüşleri 4 ana başlık altında toplayabiliriz.
1-) Fetret ehli putperest, müşrik, hatta inançsız bile olsa dinî bir yükümlülük altında bulunmadığından âhirette kurtuluşa erecek ve cennete girecektir.
Buna göre peygamber davetine muhatap bulunmayan insanlar akıl yürüterek dinî mükellefiyetlerin nelerden ibaret olduğunu bilemezler. Çünkü akıl tek başına iyi ile kötü hakkında hüküm vermekten âcizdir. Nitekim Kur’an’da, Allah şöyle buyurmaktadır:
... (Biz) bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azâb ediciler değiliz.1
Yani sorumlu tutulmaları için insanlara Peygamber gönderilmesinin gerekli olduğu ifade edilmiştir. Eş‘ariyye’nin çoğunluğu, bazı Mâtürîdî âlimleriyle İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel gibi âlimler de bu kanaattedir. Bu âlimlerin bir kısmı söz konusu zümre için “kurtuluşa erenler” ifadesini kullanırken bir kısmı onları Müslüman veya Müslüman hükmünde kabul etmiştir.
2-) Fetret ehli Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, ayrıca akıl yürütmek suretiyle bilinebilecek olan iyi fiilleri yapmak ve kötü fiillerden kaçınmakla yükümlüdür.
Bu sorumluluklarını yerine getirenler kurtulacak, reddedenler ise cezalandırılacaktır. Çünkü akıl, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmeye, temel ahlaki ilkeleri ayırt etmeye yeterlidir. Peygamberler ise aklın ulaşamayacağı âhiret, ibadet ve hukuk gibi konularda rehberlik ederler. Nitekim Kur'ân'da Hz. İbrahim’in akıl yürütme yoluyla tevhide ulaştığı şöyle geçmektedir:
Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. “Rabbim budur” dedi. Yıldız batınca da Batanları sevmem” dedi. Ayı doğarken görünce, “Rabbim budur” dedi. O da batınca, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yolunu şaşırmış kimselerden olurum” dedi. Güneşi doğarken görünce, “Rabbim budur; zira bu daha büyük” dedi. O da batınca dedi ki: “Ey kavmim! ben, sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben, O’nun birliğine inanarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim.2
Başka bir âyette ise şöyle geçmektedir:
Yine şöyle derler: Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.3
Bu âyette de aklını kullanmayanların felakete uğrayacağı bildirilmiştir. “Peygamber gönderilmeden azap edilmeyeceği” ifadesi ise dünyadaki cezaları kapsar. Bu görüş, Ebû Hanîfe, Mâtürîdî ve Mu‘tezile’nin yanı sıra bazı Eş‘arî ve Selef âlimlerince de kabul edilmiştir.
3-) Fetret ehlinin durumu âhirette yapılacak bir imtihandan sonra belli olacaktır.
Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir hadise göre âhirette fetret döneminde yaşayıp ölenler Allah’a karşı mazeret beyan edeceklerdir. Bunun üzerine onlar cehenneme girmeleri emredilerek bir tür denemeden geçirilecek, bu emre itaat edenler kurtulacak, isyan edenler ise ebedî hüsrana uğrayacaktır.
Bu görüşü Beyhakî, İbn Teymiyye, İbn Kesîr, İbn Kayyim ve İbn Hacer gibi âlimler savunur. Onlara göre dinî sorumluluk sadece akılla sınırlanamaz; çünkü herkesin akıl seviyesi aynı değildir. Peygamber davetiyle karşılaşmayanların imtihansız kurtulması adalete uygun değildir. Her ne kadar âhiret esasen imtihan yeri olmasa da bazı istisna gruplar için bu mümkündür. Ayrıca a‘râfta bekletilenler arasında fetret ehlinin de bulunabileceği rivayet edilir.
4-) Fetret ehli cennete veya cehenneme girmeyecek, dirilişin ardından hesaba çekilecek ve cezaları süresince mahşer yerinde azap gördükten sonra hayvanlarla birlikte yok edilecektir.
İmâm-ı Rabbânî’ye göre fetret ehli ne cennete ne de cehenneme girecektir. Dirilişten sonra hesaba çekilecek, bir süre mahşer yerinde azap gördükten sonra hayvanlar gibi yok edilecektir. Çünkü cennete yalnız gayba iman edenler girebilir; âhirette her şey apaçık olacağından o anda iman etmenin değeri kalmaz. Onların imtihana tâbi tutulması âhiretin mahiyetine, cehenneme girmeleri ise ilâhî adalete aykırıdır. Bu sebeple fetret ehli ebedî hayatla değil, yoklukla karşılaşacaktır.4
Bediüzzaman Hazretleri ise ehli fetret meselesini şöyle açıklamaktadır:
Suâl ediyorsunuz ki, “Zaman-ı fetrette Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?”
Elcevab: Hazret-i İbrâhîm Aleyhisselâm’ın, bil’âhire gaflet ve ma‘nevî zulümât perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyân eden bakiye-i dîni ile mütedeyyin olduğuna rivâyât vardır.
Elbette Hazret-i İbrâhîm Aleyhisselâm’dan gelen ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı netice veren bir silsile-i nûrâniyeyi teşkîl eden efrad, elbette dîn-i hak nûrundan lâkayd kalmamışlar. Ve zulümât-ı küfre mağlûb olmamışlar.
Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰي نَبْعَثَ رَسُولًا sırrıyla, ehl-i fetret ehl-i necâttırlar. Bil’ittifâk teferruâttaki hatîâtlarından muâhezeleri yoktur. İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Eş‘arî’ce, küfre de girse, usûl-ü imânîde bulunmazsa, yine ehl-i necâttır. Çünkü teklîf-i İlâhî irsâl ile olur. Ve irsâl dahi ıttılaʻ ile teklîf takarrur eder. Madem gaflet ve mürûr-u zaman, enbiyâ-yı sâlifenin dinlerini setretmiş. O ehl-i fetret zamanına huccet olamaz. İtâat etse, sevab görür. Etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için huccet olamaz.5
Yani, Resûl-i Ekrem’in (sav) ataları, Hz. İbrâhîm’in (a.s.) tevhid dininden kalan bakiyelerle yaşamış ve hak dinden tamamen uzaklaşmamışlardır. Onlar, küfür karanlığına mağlup olmamış, nurlu bir silsilenin halkaları olarak iman nurunu muhafaza etmişlerdir. Ancak Peygambersiz dönem olan fetret zamanında, Allah “Biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” âyeti sırrınca insanları sorumlu tutmaz. Bu sebeple ehl-i fetret, yani peygamberin davetini duymamış kimseler, azaptan kurtulmuş (ehl-i necât) sayılırlar. İmam Şâfiî ve Eş’arî’ye göre, bu kişiler küfre düşseler bile, iman esaslarını bilmedikleri için cezaya uğramazlar. Çünkü ilâhî sorumluluk, ancak Peygamberin tebliğiyle gerçekleşir.
Bunlara ek olarak hak dinden haberdar olduğu halde onun hidayetinden yeterince nasip alamayan kimselere gelince, yani din tebliği ulaşmış veya duyma imkanları olmuş fakat yanlış bir propagandaya mâruz kalmışlar. Mesela, senelerce İslâm dinini terörizm ile eşleştiren Avrupa'nın bir kısmının bu gruba dâhil olma ihtimali vardır. Bu grup için görüşler şöyledir:
Câhiz ile Gazzâlî, bu grubun önündeki engeller, hak dinin veya tebliğcisinin sadece adını duyup getirilen hükümler konusunda sağlam bir bilgiye ulaşamamaktan ibaretse bunlar da bir önceki grup statüsünde düşünülmeli, sadece onların mükellef tutulduğu şeylerle yükümlü oldukları kabul edilmelidir. Eğer hak din konusunda yanlış bilgilendirilme varsa, Gazzâlî bunlar için şöyle demektedir: Peygamberin (sav) ismini duydukları halde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden alâka göstermeyenle ise ehl-i necat olacaklarını, yani cennete gireceklerini umarım.6
Bu bağlamdan bakacak olursak; şu anda dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir insan Ateist, Hıristiyan, Yahudi, Budist veya neye inanıyor olursa olsun bulunduğu toplumda Peygamberimiz (sav) ve İslâmiyet'i duymadıysa ve veyahut yanlış olarak duyduysa, bu kişiye Peygamberimiz (sav) ve İslâmiyet hakkıyla tanıtılmadıkça yukarıda geçen açıklamalara binaen o kişi "ehl-i fetret" sayılır. Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şu şekilde ifade etmektedir:
Çünki âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve dîn-i Muhammedî Aleyhisselatü Vesselâm’a bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i Îsâ’nın (as) dîn-i hakîkîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i Îsâ’ya (as) mensub Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi‘ şehâdet denilebilir.7
Yani Âhir zamanda dinî gaflet ve İslâm’a karşı ilgisizlik, âdeta bir fetret dönemi gibi olacaktır. Ancak ileride Hz. Îsâ’nın (as) hak dini yeniden hükmedecek ve İslâmiyet’le birleşecektir. Bu sebeple günümüzde Hristiyanlık içinde kalan, hakikati tam bilmeden yaşayan mazlum ve samimi kimseler, fetret ehli hükmündedir. Onların uğradıkları sıkıntı ve felaketler, bir çeşit şehadet sayılabilir.
Sonuç olarak; fetret ehli kavramı, Peygamber davetinden habersiz kalan veya hak dinin tebliğine ulaşma imkânı bulunmayan kimselerin dinî sorumluluğunu açıklamak için geliştirilmiş önemli bir inanç meselesidir. Kur’ân’ın “Biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” âyetine dayanarak, bu kimselerin doğrudan azaba uğramayacakları kabul edilmiştir. Âlimler farklı bakış açıları farklı görüşler benimseseler de ortak nokta, adalet-i ilâhiyenin gereği olarak kimsenin bilmediği bir şeyden sorumlu tutulmayacağıdır.
Bediüzzaman Hazretleri de bu meseleyi, hem geçmişteki fetret dönemine hem de günümüzdeki dinî yozlaşmayı ele alarak değerlendirir. Bu bağlamda çağımızda İslâm’ı yanlış tanıyan veya hiç tanımayan insanlar da bir yönüyle fetret ehli sayılır.
Dolayısıyla ilâhî adalet, bilmeden küfre düşenleri değil; hakkı bilip bile isteye reddedenleri sorumlu tutacaktır.
İsrâ 17 / 15.
En‘âm 6 / 76-79.
Mülk 67 / 10.
Metin Yurdagür, "Fetret", TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, c. 12, ss. 475-480.
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 269.
Metin Yurdagür, "Fetret", TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, c. 12, ss. 475-480.
Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, s. 141.

