Deizmin iddiaları nelerdir? Bu iddialara Risale-i Nur merkezli olarak nasıl cevap verebiliriz?
DEİZM’İN İDDİALARINA RİSALE-İ NUR’DAN CEVAPLAR
Deizm’in İddiaları
Deizm felsefesinin iddia ettiği fikirleri iki maddede özetleyebiliriz:
1- Allah vardır. Kâinatı yaratmıştır. Fakat tabiat kanunlarının etkisiyle mekanik bir şekilde kendi kendine işleyen bir düzen kurmuştur. Bu düzeni kurduktan sonra bir daha âleme ve insana müdahale etmemiştir.
2- Gerçeğe götüren tek rehber akıldır. İnsan aklı dinlerin, peygamberlerin ve kitapların keşfettiği bütün hakikatleri keşfedebilir. Toplumsal düzen için gerekli ahlâkî ve idarî kanunları bulabilir ve koyabilir. Bundan dolayı da dinlere, peygamberlere ve kitaplara ihtiyaç yoktur.
Deistlerin Delilleri Yoktur
Deizm felsefesinin iddia ettiği sapık fikirleri, Risale-i Nur’un izahları çerçevesinde tek tek çürütmeden önce, şunu söylemekte fayda vardır: Bu felsefeyi savunanlar, iddialarını ispat etmek için hiçbir delil ileri sürmemektedirler. Sadece kuru bir yorumdan ibarettir söyledikleri. Yani nasıl inanmak istiyorlarsa öyle inanıyorlar.
Bu, çok temelsiz, alakasız, hakikatsiz ve komik bir durumdur. Öyle bir felsefe düşünün ki; on altıncı yüzyılın siyasî, dinî, kültürel ve ekonomik şartları içinde Avrupa’da doğsun, tahrif olmuş Hristiyanlığın ruhban sınıfı elinde istibdat aracı olarak kullanılmasına bir tepki olarak ortaya çıksın, lâkin 21. yüzyılda, esasta ve teferruatta Hristiyanlık ile hiçbir şekilde kıyaslanamayacak bir din olan İslâm’ın hâkim olduğu coğrafyalarda süratle yayılsın ve hiçbir delile de dayanmasın. Şüphesiz ki bu kadar tutarsızlıklar ve alakasızlıklar içinde hiçbir delile de dayanmayan bir felsefenin, özellikle de gençler arasında bu kadar yayılma imkânı bulması, bu felsefenin çok daha farklı sebeplerle yayıldığını ve kabul gördüğünü göstermektedir.
Günahlarda Tiryaki Olmuş Nefislere Deizm Fikri Cazip Gelir
İnsan nefsi serbest, hür ve dilediği gibi yaşamayı arzu eder. Hiçbir kural, kaide, kanun ve yaptırımdan hoşlanmayan insan nefsine, şüphesiz ki bu felsefe tam bir serbestiyet ve hürriyet vaad etmektedir. Sadece Allah’ın varlığına inanıp, hiçbir din ve peygambere inanmayan, böylelikle dinlerin emir ve yasaklarına itaat etme zorunluluğunu ve külfetini ortadan kaldıran bu felsefe rahat, konfor ve imkânlar içinde elit bir hayat yaşamaya alışmış, hatta böyle bir hayatın tiryakisi olmuş bazı gençlerin tercihlerinde maalesef etkili olabilmektedir.
Özellikle son yirmi sene içinde bilgi, iletişim ve haberleşme teknolojilerinde muazzam bir gelişme ve devrim yaşandı. Özellikle de internetin hayata girip merkezine oturmasıyla birlikte yeryüzü adetâ bir köye dönüştü. Bilgi, muhteşem bir hızla yayılmaya ve paylaşılmaya başlandı. Bu vaziyetin insana sağladığı bütün faydalarının yanında, maalesef çok büyük sıkıntıları da beraberinde getirdi. Gerçek hayatta tatmin edil(e)meyen duygular, sanal âlemde tatmin edilme imkânı buldu. Sosyal medyanın yanlış ve kontrolsüz kullanımıyla dikkat çekmeyi meziyet bilen, beğenilme tiryakisi olan, riyakârlığı meslek edinen, gerçek hayata ve olaylara duyarsızlaşan nesiller türedi. İnternet ve akıllı telefonlar sebebiyle bütün günahlar bir tık uzağa kadar indirgendi. Bunun sebebiyle insanı insan-ı kâmil haline getiren ulvi duyguları derinden sarsıldı. Mutluluk, şarjı dolu bir akıllı telefonla veya internet bağlantısı olan bir bilgisayarla eşdeğer oldu. Sahte ve sanal bir cennet hayatını beşerin eline verdi. Lezzet, haz ve eğlenceye düşkün olan nefislerin dizginleri boşandı.
Bilgi, iletişim ve haberleşme teknolojilerinin bütün bu olumsuz etkileriyle birlikte, buna paralel olarak alım gücü arttı. Hayat standartları yükseldi. Rahat ve konforlu bir hayatta gözlerini açıp, fakirlik çekmeyen, imkânsızlık nedir bilmeyen fertlerin sayısında ciddi anlamda bir artış oldu. Maddî kalkınma, ilerleme ve refah seviyesinin artması, tabii ki bütün toplumların istediği ve üzerinde hemfikir olduğu yüksek maksatlardır. Fakat bu âlî gayelere ulaşmaya çalışırken, diğer yandan manevi ve ahlâkî değerlerde böyle ölçüsüzce ve fütursuzca meydana gelen tahribatın sonucunda egoist, rahatına düşkün, hız ve haz tutkunu, ayartılmış, gerçek hayata ve hayatın gerçeklerine uzak nesillerin ortaya çıkması, modern hayatın en uğursuz, vahim ve korkunç bir sonucu oldu.
Modernleşme ve kalkınma adına hamleler yapılıp adımlar atılırken nazardan, dikkatten ve planlamadan kaçan ve bu hamlelerin ve adımların maalesef istenmeyen kurbanları olan bu nesiller günahlara tutkun, haramlara âşık, kurallara âsi, nefsine müptelâ, zevklerine tiryaki hale gelmektedirler. Ne dünyayı ne de ahireti düşünen, sadece anı düşünen ve yaşayan bu gibiler arasında, ibadetlerin külfetinden ve nefse zor gelen diğer dinî sorumluluklardan kurtulmayı vaad eden, sadece Allah inancını kâfi gören Deizm gibi sapkın felsefelerin yayılması ve kabul görmesi hiç de tesadüf değildir.
Deizm’i Besleyen Bir Damar: "Kur’an Müslümanlığı Projesi"
İnsanları, Deizm fikrini benimsemek noktasında cesaretlendiren, ön açan ve yol yapan sebeplerden birisi de özellikle son 5-10 sene de iyiden iyiye kendini hissettiren ve kendini ‘Kur’an Müslümanlığı’ veya ‘Kur’an İslâmı’ diye isimlendiren dalâlet fikridir. Kökü dışarıda, taşeronları içimizde olan bu sapkın fikrin temsilcileri, Resûl-ü Ekrem Efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyesini önce itibarsızlaştırmayı sonra da ilerleyen süreçte tamamen inkâr etmeyi hedeflemektedir.
Bu sapkın fikirle zihni karışan, fikri bulanan ve aklı şüphede kalan bir kısım Müslümanların, birkaç adım sonra varacakları nokta, sünneti inkâr etmektir. Çünkü bir mümin, şer'an Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gayet derecede sevmek, hürmet etmek, hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükelleftir.[1] Fakat maalesef bu gibi dalâlet fikirleriyle zihnine bir çizik atılıp şüpheye düşen bir mümin, çok yüksek bir kulenin tepesinden düşünce ortada tutunacak bir yer bulamayıp yere çakılan ve parçalanan bir kişi gibi oluyor ve Resûlüllah Efedimize (s.a.v.) olan derin kalbî hürmeti ve sevgisi kırılıyor. Bu öyle bir haldir ki bunun birkaç adım sonrası pervasızca ve mükâbere ile sünneti inkâr ve tezyiftir. Çünkü bu gibi meselelerin ortası yoktur. Ya ‘hep’tir veya ‘hiç’tir.
Netice itibariyle Allah’ın habibi, fahr-i kâinat Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a olan derin kalbî hürmet ve muhabbeti sarsılan bir kişiye Deist fikirler zerk edilirse, o kişinin nefsi, sorumluluktan ve ibadet külfetinden kurtulma psikolojisinin de etkisiyle din, peygamber, kitap ve şeriatı inkâr eden Deizm felsefesini tercih etmesi hiç de akılda uzak değildir.
Vahye Tâbi Olmayan Akıl, Zulmün ve Küfrün Sebebidir
Deizm felsefesinin iddialarından birisi de aklın, hakikatin keşfinde tek ölçü olmasıdır. Yani peygamberler ve mukaddes kitaplar vesilesiyle (vahiyle) bize ulaşan hakikatleri ortaya çıkarmada akıl yeterlidir. Akıl, insanlığın saadeti ve düzeni için ahlâk kurallarını kendisi bulabilir ve koyabilir. Dolayısıyla dinlere, peygamberlere ve kitaplara gerek yoktur.
Deistlerin bu iddialarını en köklü bir şekilde tarih yalanlamaktadır. Bediüzzaman Hazretleri Otuzuncu Söz olan Ene Risalesinde, Hz. Adem’den (a.s.) günümüze kadar iki silsilenin devam edip geldiğini ifade eder. Bu iki silsileden birincisi nübüvvet ve diyanet silsilesi, diğeri ise felsefe ve hikmet silsiledir. Bu iki silsileden felsefe ve hikmet silsilesi, nübüvvet ve diyanet silsilesine tarihte ne zaman itaat edip tabi olmuşsa, yani akıl, ne zaman vahyin ışığında ve rehberliğinde hareket etmişse beşeriyet asayiş, adalet ve huzur içinde bir hayat yaşamıştır. Lâkin ne zaman akıl, vahyin güneş gibi ışığının rehberliğini terk edip âsi olmuşsa, kendi sönük ışıkçığına itimat etmişse, işte o zaman bütün hayırlar, güzellikler ve mükemmelliyetler nübüvvet ve diyanet tarafında toplanmıştır. Bütün şerler, sapkınlıklar ve kötülükler de felsefe ve hikmet etrafında cem olmuştur.
Abbasî, Endülüs ve Osmanlı dönemleri, “aklın vahye tabi olmasıyla beşerin bir saadet-i dünyeviye yaşadığı” hakikatine çok güzel ve çarpıcı birer örnek teşkil etmektedir. Aklın, vahyin rehberliğini inkâr edip kendi başına hareket ettiği 17. ve 18. yüzyıl Avrupası da “akıl ile vahyin ayrı düştüklerinde bütün şerlerin, çirkinliklerin, sapkınlıkların ve zulümlerin felsefenin etrafında toplandığı” hakikatine çok çarpıcı bir örnek dönemdir. Evet, bu dönemde vahyi inkâr eden akıl, bütün semavi dinleri, ilâhî vahyi ve mukaddes kitapları inkâr edip materyalizm ve tabiat felsefelerini ortaya attı. Maddeyi ve tabiatı yaratıcı ilân etti. Bu felsefelerin sonucunda bütün ahlâkî değerler hiçe sayıldı. Kuvvet ve kuvvete sahip insan ilâhlaştırıldı. Bütün dünya fiilen sömürge haline getirildi ve bunun uğruna milyonlarca masum insanların kanları akıtıldı ve onlara vahşice zulümler yapıldı ve yapılıyor.
Yine hiçbir peygamberin gelmediği, yani İlâhî vahyin akılları ve kalbleri nurlandırmadığı Fetret Dönemindeki (Hz. İsa (a.s.) ile Resûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v.) arasındaki dönem) insanlığın tam anlamıyla putperestliğe ve pek çok sapkın fikirlere tabi olması, Deistlerin iddialarını temelinden çürütmektedir.
Akıl Adaleti İdrakten Âcizdir
Deizm felsefesinde aklın, beşer saadeti için adalet ve huzuru temin edebilecek kuralları bulabileceği ve koyabileceği iddia edilmektedir. İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde Bediüzzaman Hazretleri bu iddiayı şöyle çürütmektedir:
Cenab-ı Hak insanı, diğer bütün varlıklardan müstesna bir kabiliyette ve donanımda yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki insanda sınırsız meyiller ve hesapsız arzular uyanmıştır. İnsan yaşamak, yemek, içmek, barınmak, giyinmek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak noktasında en güzel, en seçilmiş, en mükemmel şeyleri fıtraten arzu eder. İnsan, bu ihtiyaçlarını kimseden yardım almadan tek başına karşılamak istese, milyonda birini dahi karşılayamaz. Çünkü bu ihtiyaçları karşılayabilmek için pek çok ilimlere, sanatlara ve maharetlere sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla insan, bu sınırsız ihtiyaçlarını bir nebze karşılayabilmek için diğer insanlardan yardım almak zorundadır. Herkes farklı bir ihtiyacı karşılayacak ve üretecek ki karşılıklı alış-verişle ihtiyaçlar bir derece karşılanabilsin.
Demek ki insan medenî bir varlık olarak diğer hemcinsleriyle birlikte işbölümü ve vazife paylaşımı kaideleriyle omuz omuza, el ele verip çalışmak zorundadır. İşte tam bu noktada şöyle bir sıkıntı ve kriz ortaya çıkmaktadır: Cenab-ı Hak, insanın şehvet, akıl, öfke gibi hiçbir his, duygu, kuvve ve kabiliyetine yaradılışça (fıtraten) bir hudut getirmemiştir. Tâ ki insan hür iradesiyle, manevi kemalât mertebelerinde serbestçe yükselsin ve terakki etsin. Bu hal, diğer insanlarla işbölümü, vazife paylaşımı ve yardımlaşma içinde omuz omuza ve el ele vermesi gereken insanlar arasında zulümlerin, kötülüklerin, suçların ve tecavüzlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Bundan dolayıdır ki insanlararası muamelelerde ve beraberce üretilen hizmet ve malların taksiminde adalete ihtiyaç vardır. Her insanın aklının adalet anlayışı ve kabiliyeti birbirinden farklı olduğu için bu adalet tesis olamamaktadır. Demek ki insan aklı adaleti idrakten âcizdir. Bunun için de küllî bir akla ihtiyaç vardır ki o da ancak kanun şeklinde olabilir. Çünkü kanun, pek çok aklın ve yaşanan tecrübelerin süzgecinden geçerek ortaya çıkar.
İnsanların nefisleri, akılları, kalpleri, ruhları ve davranışları üzerinde en çok etkili olabilecek ve nüfuz edip yaptırım gücüne sahip olabilecek kanun da ancak İlâhî kanun olan şeriattır. Şeriatın hükümlerinin icrası, tesiri ve tatbiki için de bir mercie, bir otoriteye, bir sahibe ihtiyaç vardır ki o merci de peygamberdir. Peygamber olan muhterem zatın da, akıllar, kalbler, nefisler ve ruhlar üzerinde tesirli ve hâkim olabilmesi için maddî ve manevi bir ulviyete ve imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Yaradan ile olan irtibat ve alaka derecesini göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir.
Sonra, İlâhî emir ve yasaklara itaatı temin etmek için Allahü Teâlâ’nın azametini, kudretini ve büyüklüğünü zihinlere sabit ve sarsılmaz bir şekilde yerleştirmeye ihtiyaç vardır. Bu da ancak akâid ile yani iman hakikatlerinin ve hükümlerinin ders verilmesiyle olur. Bu iman hakikatlerinin ve hükümlerinin takviyesi ve açılması da ancak tekrar ettikçe yenilenen ve tazelenen ibadetlerle olur. Dikkat edilirse Bediüzzaman Hazretlerinin bu mükemmel izahları, sadece Deistlerin akla atfettikleri “beşer saadeti için gerekli olan adalet ve huzuru temin edecek kuralları bulabilir ve koyabilir” iddiasını çürütmekle kalmamaktadır; İlâhî vahyin ve şeriatın, peygamberlerin, mucizelerin ve ibadetlerin de varlığını ve zorunluluğunu güneş gibi aklî ve mantıkî delillerle ispat etmektedir.
Dolayısıyla akıl ve mantık kuralları şeriatın, peygamberlerin, mucizelerinin, inanç esaslarının ve ibadetlerin varlığının zorunluluğunu ispat ediyor ve ortaya koyuyorsa, aynı akıl ve mantık nasıl olur da aynı zamanda bunların gerekli olmadığını iddia edebilir ki? Burada büyük bir çelişki ve tutarsızlık vardır. Arpa arpa iken, aynı zamanda buğday olamaz. Bir hakikat, aynı zamanda zıddına dönüşemez ve zıddı olamaz. Demek ki burada bir cerbeze (demagoji) vardır. Yoksa sâlim (muhakeme kabiliyeti bozulmamış) bir aklın varacağı sonuçlar aynıdır.
Kabaran Hissiyât Aklı Perdeler
Hakikatin keşfinde aklın yeterli olduğunu iddia eden deistlerin bu iddialarını çürüten bir delil de Bediüzzaman Hazretleri’nin Hutbe-i Şamiye’de izah ettiği şu hakikattir:
Bu zamanın iki dehşetli hali var. Bunlardan birincisi şudur: İnsandaki hissiyat kördür. İşin nereye varacağını, yani akıbeti göremez ve kestiremez. Aynı zamanda peşin ücretlere de âşıktır hissiyat. Hemen, acil gelecek cüzi bir lezzetin hatırı için, ileride gelecek çok külli lezzetleri elinin tersiyle itebilir. İşte bu zamanda bu kör ve peşin ücretlere âşık hissiyat, akla ve fikre galip gelmektedir. Müslümanlar, aklen ve fikren doğruluğundan şüphe etmedikleri pek çok hakikatleri maalesef yaşamıyorlar. Ahiretin baki elmaslar değerindeki lezzetlerini, bile bile ve seve seve dünyevî âdi cam parçaları gibi olan haram lezzetlerin hatırına terk ediyorlar. İbadetlerin sinek ısırması kadarcık külfetinden kaçıp, kabirde ve ahiretteki yılanların ısırması gibi dehşetli musibetleri kabul ediyorlar.
Bu hal, tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Buradan anlaşılıyor ki salt akıl, hakikatleri yaşamak noktasında kâfi değildir. İnsan, sadece akıldan ibaret bir varlık olsaydı belki deistlerin bu iddialarının bir kıymet-i harbiyesi olabilirdi. Ama insanda binlerce hissiyat ve dilediği gibi yaşamak isteyen, kural ve kaideden hiç hoşlanmayan bir nefis var. İşte bunlar kabardığında, galeyana geldiklerinde aklı ve fikri dinlemezler. Demek ki akıl, dünyada mutluluk, asayiş ve huzur için kâfi değildir.
Akıl Bazı Yüksek Hakikatlere Erişemez
Aklın, vahyin rehberliğini kabul etmeden İlâhî hakikatleri, ahiretin hallerini ve gayb âlemlerine ait meseleleri bilmesi mümkün değildir. Akıl, duyu ve duygularımızla algılanan şu maddî (kevnî) âleme ait pek çok şeyi dahi bilemezken, insan için gaybî olan hakikatleri ancak ilâhî vahyin bildirmesiyle bilebilir. Meselâ, aklen ve mantıken şu kâinatın bir yaratıcısı olması gerektiğini bilen ve bulan akıl, o yaratıcının niçin kâinatı ve varlıkları yarattığını, vahyin rehberliği olmadan bilemez. “İnsan necidir, nereden geliyor ve nereye gidiyor?” gibi, cevaplarını bütün akılların merak ettiği dehşetli suallerin, insanı tatmin eden makul ve makbul cevaplarını, ancak ilâhî vahyin tebliğcisi olan peygamberler verebilir. Yine şu kâinatın sırrı denilebilecek, daimî olan ve insanı hayrette bırakan hareketliliğin sırrını, ‘şu durmayanların, niçin durmadıklarını’ akıl ve felsefe, vahyin talimi olmadan asla bilemez.
Bir şeyin varlığını bilmek ayrıdır, o şeyin mahiyetini bilmek ayrıdır. Mesela, tamamen hür bir cüzi irademizin olduğunu vicdanen ve aklen çok iyi bildiğimiz halde, ama cüzi irademizin nasıl bir şey olduğunu ve mahiyetini aklen bilemeyiz. Büyük kütleli cismin, küçük kütleli cismi çektiğini Fizik ilminin verileriyle bilen akıl, bu çekimin niçin yapıldığını bilemez. Yine akıl, fen bilimleri ile ‘tabiat kanunlarının’ varlığını tespit ettiği halde, bu kanunların mahiyetini aklıyla bilemez. İlâhî vahiy ve onun tebliğcisi ve tefsircisi olan peygamberlerin tebliği olmadan, akıl, bu kanunların kendisini müessir ilân eder ve dalâlete sapar.
Misaller daha da artırılabilir. Bütün bu misaller ve çok daha fazlası gösteriyor ki vahyin talim ve terbiyesi olmadan akıl tek başına hakikate yetişemiyor. Ya sebep-sonuç ilişkisinde sonuçları sebeplere dayandırarak veya kendi kendine oluşa dayandırarak veya ‘tabiat kanunları’ diyerek tabiata ilâhlığı isnat ederek dalâlete sapıyor.
Hak Dine Tabi Olmayan Akıl, Cehennemî Bir Hayatı Netice Verir
Hak dinin nuru ile nurlanmayan, melekûtiyet âleminden beslenmeyen, vahyin aydınlattığı cadde-i kübrada gitmeyen bir akıl, sahibine şu dünya hayatını cehenneme çevirir. Çünkü insan aklı ile, çok seneler öncesi ve çok seneler sonrasıyla alakadardır. Dolayısıyla insanın geçmiş hayatı, başından geçen belâlar, musibetler ve hastalıklar gibi düşündükçe ve hatırlandıkça deşilen ve deşildikçe de elem, hüzün ve gam akıtan hadiselerle doludur. Keza aynı geçmiş zaman, lezzetli, keyifli ve güzel hatıraların da bir mezaristanı gibidir aynı zamanda. Geride kalan ve artık bir daha da ele geçmesi mümkün olmayan o lezzetli, keyifli ve güzel günlerin ve hatıraların sona ermelerindeki elemleri bize miras kalmış durumdadır. Gelecek zaman da insan için pek çok meçhullerle doludur. “Acaba bundan sonraki ömrümde beni neler bekliyor, ne gibi belâlar, musibetler ve hastalıklarla yüzleşeceğim acaba, geçimim ve rahatım nasıl olacak, nasıl öleceğim, ne sebeple öleceğim” gibi pek çok meçhuller yer almaktadır gelecek hayatında. Bu meçhuller, insana endişe ve korku zerk etmektedir.
İşte hak dinin nuruyla nurlanmayan, hayatının gayelerini anlayamamış, hayatını tabiat kanunlarının merhametsiz ellerine mahkûm zanneden, mekanik bir kâinatta ve kurulu bir düzen içinde başıboş olarak yaşadığına inanan, her şeyi kendisine düşman ve ecnebi olarak gören, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen, ölüme yokluk gözüyle bakan, ölümle bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılacağına inanan, hayatının sonunun kocaman bir ‘hiç’ olduğunu düşünen bir akıl, geçmişinden elem, hüzün ve gam; geleceğinden de endişe ve korku devşirir ve şimdiki hazır keyfini târ u mâr eder. İnsanı, hak dinin esaslarıyla ve hidayet nurlarıyla insan-ı kâmil yapacak ve kâinatın sırlarını çözecek bir anahtar hükmünde olan akıl, geçmiş ve gelecekten elem, hüzün, gam, korku ve endişe devşirip şimdiki başına yığan uğursuz, belâlı ve hayatını cehenneme çeviren bir âlete dönüşür.
Bediüzzaman Hazretlerinin 19. Söz’ün 4. Reşhası ve 6. ve 8. Söz’lerde tafsilatıyla izah ettiği bu hakikatler bize gösteriyor ve ispat ediyor ki hak din olmazsa akıl hakikati bulamaz ve dünya saadetini elde edemez. Cehennemî bir hayat yaşamak zorunda kalır.
Allah’a İman Peygamberlere ve Kitaplara İmanı Gerektirir
Deizm felsefesi, sadece Allah’ın varlığını kabul edip imanın diğer şartlarını kabul etmez. Hiçbir delile dayanmadan iddia ettikleri bu fikirlerini, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle herc ü merc etmektedir:
Işıksız bir güneş düşünülemediği gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Yani Allah’ın varlığı da varlığının delillerini, hikmetinin sırlarını, yaratmasındaki ilâhî maksatlarını ve mükemmel birer sanat eseri olarak yarattığı varlıkların manalarını bildirecek, tarif ve tebliğ edecek bir muallim, bir elçi, bir tebliğci olmadan olmaz. Bu da ancak peygamberlerin gönderilmesiyle mümkündür.
Malumdur ki anlaşılmaz bir kitap, tarif eden ve öğreten bir muallim de yoksa manasız bir kâğıttan ibaret kalır. Aynen öyle de Cenab-ı Hak, kâinatı öyle bir kitap gibi yaratmıştır ki; her sayfasında binlerce kitap kadar bilgi saklı, her paragrafında binlerce sayfa kadar malumat yazılı, her cümlesinde binlerce paragraf kadar sırlar yerleştirilmiş, her kelime ve harfinde binlerle cümleler ve kelimeler kadar hakikatler gizli. Elbette böyle bir kitap muallimsiz, tarif edip anlatan hocasız olmaz ve olamaz. Hem o muallim ve hocanın da bizden ve içimizden birisi olması lazımdır ki biz de ondan ders alalım, onu rehber ve muallim bilelim. Demek ki, madem kâinat var, peygamberler de var.
Diğer taraftan yaratılmışların en şereflisi, kendisine en çok ikram edileni, cihazâtça en mükemmeli olarak yaratılan insan niçin yaratıldı? Vazifeleri nelerdir? Kendinden beklenenler nelerdir? Yaradanın muhabbetini ve rızasını nasıl kazanır? Cenab-ı Hakk’a nasıl itaat eder? O’na nasıl kulluk yapar? Bu gibi soruların cevabını, bizzat kendisi yaşayarak ve tatbik ederek verecek, bizden ve içimizden birisi olmazsa olmaz. İşte o en mükemmel rehber de en başta Resûl Ekrem aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz olmak üzere diğer nebiyy-i zîşanlardır.
Ve keza, Cenab-ı Hakk’ın bütün varlıklar üzerindeki umumî rububiyeti, küllî bir ubudiyeti ister. Yani Rabbimiz, yarattığı her şeyin bütün ihtiyaçlarını karşılayarak, onun kemale ermesinin önündeki engelleri kaldırarak, onun önünü açarak ve ona yardım ederek terbiye etmektedir. Bütün âlemlerde ve varlıklarda tecelli eden bu terbiyesine karşı, elbette küllî bir ibadetle karşılık vermek gerekmektedir. Bu da Allah katında bizlerin elçisi, aramızda da Allah’ın elçisi olan resullerin, Allah’ın varlık ve birliğini halka ilân etmeleriyle ancak mümkün olur.
Şüphesiz ki Allahu Teâlâ bütün varlıkları bilerek yapıyor, hikmetle tasarruf ediyor, her tarafı görerek düzenliyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor, her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek, isteyerek koyuyor.
Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Mademki konuşacak; elbette akıl, fikir ve şuur sahibi olanlarla ve konuşmasını bilenlerle konuşacaktır. Mademki akıl ve şuur sahipleriyle konuşacak; elbette akıl ve şuur sahipleri arasında en mümtaz ve şuuru en küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Mademki insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde hitap edilmeye en lâyık olan ve mükemmel insan olanlarla konuşacaktır. Bunlar da şüphesiz ellerinde tasdik nişanları olan mucizeler bulunan, insan nev’inin yıldızları ve fazilet timsalleri olan peygamber efendilerimizdir.
Üst paragrafın başında da beyan edildiği gibi; mademki yapan bilir, elbette bilen konuşur. Yarattıkları konuşan bir zatın, kendisinin de konuşması yani kelâm sıfatına sahip olduğu aşikârdır. İşte bu kelâm (konuşma) sıfatının gereği olarak, hem seçtiği elçilerine vahyederek hem de o elçilerinden bazılarına verdiği mukaddes kitaplar ve suhuflar/sahifeler ile konuşmuştur.
Allah’ın Varlığı Ahiretin Varlığını Gerektirir
Deistler, sadece Allah’ın varlığını kabul edip ahiretin varlığını ve ikinci dirilişi yani haşri inkâr etmektedirler. Bediüzzaman Hazretleri 10. Söz başta olmak üzere, 29. Söz ve Lâsiyyemalar risaleleri gibi pek çok risalelerde iki kere iki dört eder katiyetinde ahiretin ve haşrin varlığını güneş gibi ispat etmektedir. Kısaca birkaç misal verelim:
Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de ceza vermezse saltanatı sarsılmaya ve yıkılmaya yüz tutar. Yine bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametinin gereğidir. Terbiye de cezayı ister. İşte bu mükâfat ve ceza yerleri de cennet ve cehennem olarak isimlendirilen ahiret menzilleridir.
Rabbimizin sonsuz isimlerinden birisi de Adl’dir. Yani Rabbimiz, nihayetsiz adalet sahibidir. Sonsuz adalet, başkalarının hukukunu çiğneyenlere ceza verip o gasp ettikleri hakları sahiplerine iade etmeyi gerektir. Hâlbuki bu dünyada bakıyoruz ki zâlimler, işledikleri zulümleri yanlarına kâr kalarak, mazlumlar da haklarını almadan göçüp gidiyorlar. Ecel geliyor, zâlimi de mazlumu da alıp gidiyor. Burada bir haksızlık göze çarpıyor. İşte bu vaziyetten anlaşılıyor ki zâlimden hesabın sorulacağı ve cezasının verileceği, keza mazluma da hakkının iade edilip mükâfatının verileceği büyük bir mahkemeye duruşma erteleniyor. Yani ihmal edilmiyor, sadece mühlet veriliyor. Demek ki Rabbimizin nihayetsiz adaleti, zâlimler için cehennemi, mazlum ve masumlar için de cenneti gerektirmektedir. Aksi takdirde Cenab-ı Hak haksızlık yapmış olur ki hâşâ o mutlak adalet sahibi olan Rabbimiz, böyle bir zulümden münezzeh ve mukaddestir.
Ve keza, sonsuz zenginlik sahibi ve nihayetsiz derecede cömert ve ikram-sever bir zat olan Rabbimizin, o sonsuz zenginliğine yakışacak ve o nihayetsiz cömertliğine ve ikram-severliğine yaraşacak ebedi ziyafet sofraları olması gerekir. Çünkü zenginlik, cömertlik ve ikram-severliğin gereği, bol bol ihsan ve ikram etmektir ve memnun etmektir. İşte o ebedi ziyafet sofralarının kurulacağı yer, cennettir. Hem de cennetteki o ebedi ziyafet sofralarında kendilerine ikram ve ihsanda bulunulan açların, muhtaçların ve lezzetlenenlerin de ebediyen o cennette kalmaları gerekir. Çünkü hazine ebedidir. Hazinesi sonsuz olan zat da nihayetsiz cömert ve ikram-severdir.
Son olarak; ebedi bir cemal, zâil bir müştaka razı olmaz. Yani güzelliği (cemali) ebedi olan Rabbimiz geçici, fani ve devamsız âşıklara razı olmaz. Güzellik, kendine âşık ister. Güzelin güzelliğini görüp, beğenip, âşık olanlar olmazsa o güzellik de anlamsız bir güzellikten ibaret kalır. Mademki Rabbimizin nihayetsiz ve benzersiz bir cemali vardır. Elbette bu ebedi güzelliğe, ebed memleketi olan cennette, ebediyen refakat edecek âşıklar da lâzımdır.
Allahu Teâlâ Kâinata Her An Müdahildir
Deizm felsefesinin en temel iddialarından birisi de Allah’ın kâinatı yaratıp tabiat kanunları ile kendi kendine işleyen mekanik bir düzen kurduğu ve bir daha da ne kâinata ne de insana müdahale etmediğidir. İddia bu merkezde olunca hâliyle tabiat kanunlarına yaratıcılık isnat edilmektedir. Kâinattaki mevcut düzen ve intizam tabiat kanunlarına havale edilmektedir. İnsan da tabiatın merhametsiz kanunları altında başıboş ve gayesiz bir varlık olmaktadır.
Akıl, mantık ve hakikatten tamamen uzak olan bu iddia, hiçbir delile dayanmamaktadır. Bu felsefe, kâinattaki muhteşem düzen ve sanatı görüp Allah’ın varlığını mecburen tasdik etmek zorunda kalan günahlara tiryaki olan nefislerin, son dayanağı ve sığınağıdır. Dünyevî haram lezzetlere müptelâ ve günahlara tiryaki olan nefislerin, kendilerini rahatlatmak ve teselli bulmak için “Allah vardır ama bana ve hayatıma müdahale edemez” demesinden ibarettir.
Her şeyden önce, bu iddia sahiplerine şu soruyu sormak lâzım: “Niçin Allahu Teâlâ kâinatı yaratıp düzenini kurduktan sonra bir daha kâinata karışmasın? Niçin kâinatın sevk ve idaresini, mekanik bir sistem içinde tabiat kanunlarının merhametsiz, akılsız, sağır, kör, şuursuz ellerine havale etsin? Niçin böyle bir şeyi irade etsin?”
Hâlbuki fen bilimlerinin de tasdikiyle kâinatın her yerinde ve her noktasında ilâhî iradenin, muradın, kastın ve ihtiyarın cilveleri ve parıltıları görünmektedir. Her insanın yüzünde aynı organlar olduğu halde her insanın simasının birbirinden farklı olması, her bir kar tanesinin kristal yapısının birbirinden farklı olması, her bir hücre ve atomun birbirinden farklı olması gibi sayısız misaller gösteriyor ki şu kâinatta yarattığı bir şeyi, hiçbir şeye benzetmemeye çalışan bir irade hükmetmektedir. Kâinatı, yarattığı ve yaptığı her şeyi, her şeyden farklı kılan bir ihtiyar ve kasıt sahibi zat idare etmektedir. Çünkü bir şeyi kendinden önceki her şeyden farklı yapabilmek, onların hepsini bilmekle ve irade etmekle olur.
Meselâ ana rahminde embriyo aşamasında iken şekilsiz ve her şekle girmesi mümkün olan hücre topluluğu, nihayetsiz ihtimaller içinde bir anda insan bedeni olacak şekilde şekillenmeye başlar. Dışarıdan gelip bünyeye dâhil olan bütün atomlar, bundan sonra insan bedenini oluşturacak şekilde birbirleriyle bağlanırlar. Bu misali diğer bütün canlılar için de kıyas edelim. Akılları hayretler içinde bırakan durum, nihayetsiz kudret sahibi bir zatın irade ve kastını güneş gibi göstermektedir.
Deistlerin iddia ettikleri gibi kâinatın düzeni, mekanik bir sistem içinde tabiat kanunlarının etkisiyle kendi kendine olsaydı her bir şeyde görünen, her şeyden farklı ve kendine mahsus özellikler, güzellikler ve sanatlar vücuda gelmezdi. Fabrikasyon ürünlerin birbirinin aynı olması gibi ve matbaa baskısı basmakalıp çıktılar gibi eşyadaki şu eşsiz ve emsalsiz çeşitlilik ve farklılık ortaya çıkmazdı.
Bütün eserler, nimetler ve sanatlar birer neticedirler. Bu neticeler isabetli, yerinde ve miktarında fiiller olmadan olamazlar. Bu fiiller de hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatlara sahip bir fâil olmadan olamazlar. Demek ki neticedeki sanatı, güzelliği ve nakşı görüp, bu sanat, güzellik ve nakşı, akılsız, şuursuz, kör ve sağır sebeplere ve tabiat kanunlarına dayandıranlar, ne kadar akıldan ve şuurdan uzak düştüklerini anlamalıdırlar.
Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, bu temelsiz iddiaları paramparça edecek ve dirilemeyecek bir şekilde öldürecek çok kuvvetli aklî ve mantıkî deliller ortaya koymaktadır. Şöyle ki:
Tabiat Kanunları Yaratıcı Değildir
Kâinatın şu muhteşem ve mükemmel nizamında, Deistlerce etkili olduğu düşünülen tabiat kanunlarının ne olduğunu anlamak için Tabiat Risalesinde geçen şu misale bakalım:
Cahil bir şahıs büyük bir askerî kışlaya gider. Bakar ve görür ki bir komutanın emriyle yüzlerce askerler gayet nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. Bir komutanın bir emriyle yürüdüklerini, bir emirle oturduklarını, bir emirle ellerine silahlarını aldıklarını, bir emirle ateş ettiklerini müşahede eder. Devlet ve ordu nizamından gelen kanunların verdiği yetki ile o komutanın askerlere emirler verdiğini ve askerlerin de tam bir itaatle o komutana itaat ettiklerini ve bunun sonucunda askerlerin nizamî hareketlerinin ortaya çıktığını anlayamayan cahil ve kaba aklıyla şöyle düşünür: “Askerleri birbirine bağlayan ve gözle görülmeyen ama acayip maddî ipler var. O ipler sebebiyle askerler nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. O ipler ne kadar mükemmel ipler olsa gerek.”
İşte aynen bu misalde olduğu gibi, fen bilimlerinin keşfettiği bütün kanunlar, Cenab-ı Hakk’ın irade sıfatından gelen kanunlardır. Yani Rabbimiz, eşya arasında mükemmel bir intizam kurmak için bazı kurallar ve kanunlar koymak irade etmiştir. Bu kanunları da kudretiyle eşyada tatbik etmektedir. Bu kanunların, ilâhî kudret tarafından yaratılmış vücutları yoktur. Bu kanunlar, irade sıfatından gelen ve kudret tarafından tatbik edilen ilmî düsturlardır. Bunlara ‘kavânîn-i âdetullah’ veya ‘şeriat-i fıtriye’ denilir.
Meselâ, suya bırakılan bir cismin özgül ağırlığı, suyun özgül ağırlığından azsa, o cisim suda batmaz. O cismi, suda batırmayıp suyun yüzeyinde tutan ve adına ‘suyun kaldırma kuvveti’ denilen bir kuvveti ve bu kuvvetin belli kurallar çerçevesinde etkisini görürüz. Burada ‘suyun kaldırma kuvveti’ denerek suya dayandırılan kuvvet, ilâhî kudretin tecellisinden başka bir şey değildir. Bu kuvvetin tecellisinde formüle edilebilen kurallar ise ilâhî iradeden gelen kanunlardır. Bu kanunlar, ilmî düsturlar olup maddî vücutları yoktur.
‘Anayasa’ da buna güzel bir misaldir. Anayasa, isminden de anlaşılacağı gibi etkili ve yetkili kişilerin irade (isteme) sıfatlarıyla koydukları kurallardır. İlmî düsturlardır. Anayasa (kanunlar), bir devleti idare edemez. Devletin idaresi, anayasayı uygulayacak bir güçle, bir icra organı ile yani hükümetle ancak mümkündür.
Hadd-i zatında bütün kurallar, kaideler ve kanunlar da böyledir. Küçük bir işyerinin işleyişinde riayet edilen kurallar ve kaideler de işyeri sahibi tarafından koyulmuştur ve bir güçle de uygulanmaktadır. Demek ki ‘tabiat kanunları’ diyerek yanlış olarak isimlendirilen, eşyanın vücudunda ve intizamında tesirli olduğu zannedilen kanunlar, hakikatte ilâhî iradeden gelen ilmî kurallardan ve kaidelerden ibarettir. Bu ilmî kural ve kaideleri tatbik edip uygulayan da ilâhî kudrettir. Bu kanunlar, tesir gücüne sahip müstakil birer güç değil; maddî vücutları olmayan ve ilâhî iradeden gelen ilmî düsturlardır. Yaratıcı olamazlar.
İnsan Gayesiz Olamaz
Kâinattaki bütün varlıklarda görünen gayeler, faydalar ve hikmetler gösteriyor ki Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir hikmeti ve eşyayı yaratmasında çok yüce âlî gayeleri vardır.
“Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister” sırrınca Rabbimiz de kâinatı ve kâinattaki bütün varlıkları, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek için yaratmıştır. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Rabbimiz, ihtiyaçtan değil, hikmetinin, isim ve sıfatlarının gerektirmesinden dolayı bu kâinatı şu gayelerle yaratmıştır. Atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şey, kendilerine çizilen plan ve program çerçevesinde, vazifelerinden milim sapmadan, ilâhî gayeler için istihdam edilmekteler. Yaratılmışların en şereflisi, en yüksek donanımda yaratılanı ve kabiliyetçe en mükemmeli olan insan, elbette şu kâinattaki diğer komşuları olan varlıklar içinde gayesiz ve hikmetsiz kalamaz. Sahip olduğu cihazlar ve nimetler nispetinde elbette pek çok vazifeleri vardır.
[1] Said Nursi, Mektubât, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 125